Ahlâkın Dilinde Buluşan İki Vicdan: Mehmet Akif’in Seyfi Baba’sı ile Nurettin Topçu’nun Ahlâk Anlayışı Arasında Bir Karşılaştırma

By Gök Börü

Ahlâkın Dilinde Buluşan İki Vicdan: Mehmet Akif’in Seyfi Baba’sı ile Nurettin Topçu’nun Ahlâk Anlayışı Arasında Bir Karşılaştırma

By: Gök Börü

SEYFİ BABA

Geçen akşam eve geldim. Dediler:

– Seyfi Baba

Hastalanmış, yatıyormuş.

– Nesi varmış acaba?

– Bilmeyiz, oğlu haber verdi geçerken bu sabah.

– Keşke ben evde olaydım… Esef ettim, vah vah!

Bir fener yok mu, verin… Nerde sopam? Kız çabuk ol!

Gecikirsem kalırım beklemeyin… Zîrâ yol

Hem uzun, hem de bataktır…

– Daha a’lâ, kalınız:

Teyzeniz geldi, bu akşam, değiliz biz yalnız.

Sopa sağ elde, kırık camlı fener sol elde;

Boşanan yağmur iliklerde, çamur tâ belde.

Hani, çoktan gömülen kaldırımın, hortlayarak;

“Gel!” diyen taşları kurtarmasa, insan batacak.

Saksağanlar gibi sektikçe birinden birine.

Boğuyordum müteveffâyı bütün âferine.

Sormayın derdimi, bitmez mi o taşlar, giderek,

Düştü artık bize göllerde pekâlâ yüzmek!

Yakamozlar saçarak her tarafından fenerim,

Çifte sandal, yüzüyorduk; o yüzer, ben yüzerim.

Çok mu yüzdük, bilemem, toprağı bulduk neyse;

Fenerim başladı etrâfımı tektük hisse.

Vâkıâ ben de yoruldum, o fakat pek yorgun…

Bakıyordum daha mahmurluğu üstünde onun:

Kâh olur, kör gibi çarpar sıvasız bir duvara;

Kâh olur, mürde şuâ’âtı düşer bir mezara;

Kâh bir sakfı çökük hânenin altında koşar;

Kâh bir ma’bed-i fersûdenin üstünden aşar;

Vakt olur pek sapa yerlerde, bakarsın, dolaşır;

Sonra en korkulu eşhâsa çekinmez, sataşır;

Gecenin sütre-i yeldâsını çekmiş, üryan ,

Sokulup bir saçağın altına gûyâ uyuyan

Hânüman yoksulu binlerce sefîlân-ı beşer;

Sesi dinmiş yuvalar, hâke serilmiş evler;

Kocasından boşanan bir sürü bîçare karı;

O kopan râbıtanın , darmadağın yavruları;

Zulmetin, yer yer, içinden kabaran mezbeleler :

Evi sırtında, sokaklarda gezen âileler!

Gece rehzen, sabah olmaz mı bakarsın, sâil!

Serserî, derbeder, âvâre, harâmî, kâtil…

Böyle kaç manzara gördüyse bizim kör kandil

Bana göstermedi bir kerre… Niçin? Belli değil!

Ya o bîçâre de rahmet suyu nûş eyleyerek

Hatm-i enfâs edivermez mi hemen “cız!” diyerek?

O zaman sâmi’anın , lâmisenin sevkiyle

Yürüyen körlere döndüm, o ne dehşetti hele!

Sopam artık bana hem göz, hem ayak, hem eldi…

Ne yalan söyleyeyim kalbime haşyet geldi.

Hele yâ Rabbi şükür, karşıdan üç tâne fener

Geçiyor… Sapmayarak doğru yürürlerse eğer,

Giderim arkalarından… Yolu buldum zâten.

Yolu buldum, diyorum, gelmiş iken hâlâ ben!

İşte karşımda bizim yâr-i kadîmin yurdu.

Bakalım var mı ışık? Yoksa muhakkak uyudu.

Kapının orta yerinden ucu değnekli bir ip

Sarkıtılmış olacak, bir onu bulsam da çekip

Açıversem… İyi amma kapı zâten aralık…

Gâlibâ bir çıkan olmuş… Neme lâzım, artık,

Girerim ben diyerek kendimi attım içeri,

Ayağımdan çıkarıp lastiği geçtim ileri.

Sağa döndüm, azıcık gitmeden üç beş basamak

Merdiven geldi ki zorcaydı biraz tırmanmak!

Sola döndüm, odanın eski şayak perdesini,

Aralarken kulağım duydu fakîrin sesini:

Nerde kaldın? Beni hiç yoklamadın evlâdım!

Haklısın bende kabâhat ki haber yollamadım.

Bilirim çoktur işin; sonra bizim yol pek uzun…

Hele dinlen azıcık, anlaşılan yorgunsun.

Bereket versin ateş koydu demin komşu kadın…

Üşüyorsan eşiver mangalı, eş eş de ısın.

Odanın loşluğu kasvet veriyor pek, baktım.

Şu fener yansa, deyip bir kutu kibrit çaktım.

Hele son kibriti tuttum da yakından yüzüne,

Sürme çekmiş gibi nûr indi mumun kör gözüne!

O zaman nîm açılıp perde-i zulmet, nâgâh,

Gördü bir sahne-i uryân-ı sefâlet ki nigâh,

Şâir olsam yine tasvîri olur bence muhâl :

O perişanlığı derpîş edemez çünkü hayâl!

Çekerek dizlerinin üstüne bir eski aba,

Sürünüp mangala yaklaştı bizim Seyfi Baba.

  Ihlamur verdi demin komşu… Bulaydık şunu, bir…

– Sen otur, ben ararım…

– Olsa içerdik, iyidir…

Aha buldum, aramak istemez oğlum, gitme…

Ben de bir karnı geniş cezve geçirdim elime,

Başladım kaynatarak vermeye fincan fincan,

Azıcık geldi bizim ihtiyarın benzine kan.

– Şimdi anlat bakalım, neydi senin hastalığın?

Nezle oldun sanırım, çünkü bu kış pek salgın.

– Mehmet Ağ’nın evi akmış. Onu aktarmak için

Dama çıktım, soğuk aldım, oluyor on beş gün.

Ne işin var kiremitlerde a sersem desene!

İhtiyarlık mı nedir, şaşkınım oğlum bu sene.

Hadi aktarmayayım… Kim getirir ekmeğimi?

Oturup kör gibi, nâmerde el açmak iyi mi?

Kim kazanmazsa bu dünyâda bir ekmek parası:

Dostunun yüz karası; düşmanının maskarası!

Yoksa yetmiş beşi geçmiş bir adam iş yapamaz;

Ona ancak yapacak: Beş vakit abdestle namaz.

Hastalandım, bakacak kimseciğim yok; Osman

Gece gündüz koşuyor, iş diye, bilmem ne zaman

Eli ekmek tutacak? İşte saat belki de üç

Görüyorsun daha gelmez… Yalnızlık pek güç.

Ba’zı bir hafta geçer, uğrayan olmaz yanıma;

Kimsesizlik bu sefer tak dedi artık canıma!

– Seni bir terleteyim sımsıkı örtüp bu gece!

Açılırsın, sanırım, terlemiş olsan iyice.

İhtiyar terleyedursun gömülüp yorganına…

Atarak ben de geniş bir kebe mangal yanına,

Başladım uyku taharrîsine, lâkin ne gezer!

Sızmışım bir aralık neyse, yorulmuş da meğer.

Ortalık açmış, uyandım. Dedim, artık gideyim,

Önce amma şu fakîr âdemi memnun edeyim.

Bir de baktım ki: Tek onluk bile yokmuş kesede;

Mühürüm boynunu bükmüş duruyormuş sâde!

O zaman koptu içimden şu tehassür ebedî:

Ya hamiyyetsiz olaydım, ya param olsa idi!

1. Dinin Gösterişten Arındırılmış Hakikati: Samimiyet

Mehmet Akif’in Seyfi Baba’sında merkezde, gösterişsiz ama derin bir dindarlık vardır. Seyfi Baba, hiçbir ideolojik iddia taşımadan, İslam’ı olduğu gibi yaşayan, sahih bir Müslüman’dır. Hastadır, yaşlıdır, yoksuldur ama ne kimseye el açar ne de ağzından bir sitem dökülür. Onda din, gösterilecek değil yaşanacak bir hakikattir. Yalnızca beş vakit namaz değil, ekmeğini alın teriyle kazanmak, komşunun akan damını onarmak, misafirini aç bırakmamak da ibadetin bir parçasıdır. Bu, Akif’in İslam anlayışıdır: Gösterişsiz, sessiz, sahih, insan merkezli bir din anlayışı.

Nurettin Topçu’nun din anlayışı da tam buradan başlar. O, dinin şekle, riyaya, siyasete indirgenmesine karşı çıkar. Şöyle der:“Riya ile kılınan namaz, secdesi en uzun ibadettir; ama Allah’a en uzak durandır.”Topçu, “din adamı” sıfatını taşıyıp da çıkar ve gösteriş peşinde koşanları, camilerde vaaz verip adaletsizliği onaylayanları en sert biçimde eleştirir. Din, onun için ahlâkın ve isyanın kaynağıdır, şeklin değil ruhun hâkimiyetidir.

Seyfi Baba’nın “Oturup kör gibi, nâmerde el açmak iyi mi?” sözü, Topçu’nun “Din, dilenciliği değil, sabrı ve emeği kutsar” anlayışıyla birebir örtüşür. İkisi de dine yüklenen samimi anlamın, halkta ve çilede kök salmasını savunur.

2. Ahlâklı İsyan: Sessiz Bir Direniş

Seyfi Baba, bir isyancı değildir; ama onun hali, sessiz bir ahlâkî direniştir. Zorla dayatılan sefalete rağmen boyun eğmeyen, Allah’tan başka kimseye muhtaç olmak istemeyen bir izzeti taşır. O, yoksuldur ama yoksun değildir. Kalbi hâlâ doludur; misafirperverdir, ikram sahibidir, duası ve hamd edişi eksik değildir. Bu duruş, hem Akif’in, hem Topçu’nun “gerçek mümin” idealidir.

Nurettin Topçu’nun ifadesiyle:

“İsyan, nefsin emrine değil, Allah’ın rızasına uygun olursa ahlâktır.”Topçu, sabrı pasif bir bekleyiş olarak değil; riyazetle terbiye edilmiş bir direniş biçimi olarak görür. Tıpkı Seyfi Baba gibi: Toplumun görmediği karanlık bir köşede, yoksulluk içinde ama vakarını koruyarak yaşayan bir adam… İşte bu, Topçu’nun “ahlâk kahramanı” dediği insan tipidir.

3. Cemiyetin Çürüyen Vicdanına Karşı Bir Feryat

Şiirin başından sonuna kadar Akif’in betimlediği yoksulluk manzaraları, yalnızca maddi değil, ahlâkî bir yıkımın fotoğrafıdır. Sokaklarda perişan kadınlar, parçalanmış aileler, mezbelelikte yaşayanlar… Toplumun gözünü kapadığı bu gerçekler, aslında dinin ve medeniyetin çürüyen vicdanını gösterir. Akif’in feneri, yalnızca yolu değil, karartılmış vicdanları da aydınlatır.

Topçu, bu körleşmeye “medeniyet maskesi” der. Ona göre şatafatlı camilerde hutbe verirken sokakta aç yatan bir çocuğu görmeyen bir din anlayışı, aslında imanın maskesini takmış bir inkârdır. Topçu’nun “zekât vermeyen Müslüman, İslam dışıdır” ifadesi, Akif’in “ya hamiyyetsiz olaydım, ya param olsa idi!” cümlesiyle yankılanır.

İkisinde de dindarlık, yalnızca ibadet değil, sosyal sorumlulukla tamamlanan bir iman şuurudur. Seyfi Baba’nın komşusunun akan çatısını onarması, Topçu’nun ahlâk merkezli İslam tasavvurunun pratik bir örneğidir.

4. Sonuç: İki Ses, Bir Hakikat

“Seyfi Baba”, Mehmet Akif’in yalnızca bir yoksulluk hikâyesi değil, aynı zamanda bir iman, izzet ve ahlâk manifestosudur. Bu şiir, Topçu’nun ahlâk öğretisiyle birleştiğinde, Türk düşüncesinde kalp ve akıl, halk ve hakikat, isyan ve sabır arasında kurulmuş büyük bir köprüyü gözler önüne serer.

Mehmet Akif, bu şiirde bir fenerin ışığıyla vicdanı aydınlatmaya çalışırken,

Topçu ise ahlâkın ışığıyla bir milletin yolunu aydınlatmayı teklif eder.

İkisi de aynı davanın sesidir: Hakikat, izzet ve ahlâkla bezenmiş bir hayatın çağrısı.

Yorum yapın