Modern Kalkınma Teorilerinin Kör Noktası: İnsan ve Ahlak

By Gök Börü

Modern Kalkınma Teorilerinin Kör Noktası: İnsan ve Ahlak

By: Gök Börü

1. Ekonomi Merkezli Büyüme: Neoliberal Dogmanın Sınırları

Klasik ve neoliberal kalkınma teorileri üretim artışı, yatırım, kentleşme gibi unsurları kutsallaştırır. Ancak bu modellerin merkezinde insan değil; sermaye, verimlilik ve piyasa vardır.

Klasik ve neoliberal kalkınma teorileri, ekonomik büyümeyi biricik amaç olarak kurgular. Bu teorilerde üretim artışı, sermaye birikimi, sanayileşme, yatırım ve kentleşme gibi göstergeler, kalkınmanın mutlak ölçütleri hâline gelir. Kalkınma, insanın ruhsal, ahlaki ya da kültürel tekâmülünü değil; kişi başına düşen milli geliri, istihdam oranlarını ya da ihracat hacmini artırmayı hedefleyen niceliksel bir paradigma olarak biçimlenir. Böylece kalkınma bir “insan meselesi” değil, bir “ekonomi meselesi” olarak tanımlanır.

Oysa bu anlayış, doğası gereği indirgemecidir. Neoliberal dogma, piyasa özgürlüğünü kutsallaştırır, devletin sosyal rolünü küçümser ve her türden kamusal müdahaleyi “verimsizlik” ya da “piyasa dışılığı” ile suçlar. İnsan ise bu yapı içinde çoğu zaman sadece bir “tüketici” ya da “emek girdisi” olarak görülür. Ruh, değer, anlam ve toplumsal bağlam, sistemin dışına itilir.

Bu noktada neoliberal kalkınma anlayışının en büyük sınırı, insanın maddi dışındaki varlık boyutlarını yok saymasıdır. İnsanın manevî ihtiyaçları, toplumsal dayanışma, kültürel aidiyet ve ahlaki sorumluluk gibi temel boyutlar, kalkınma modellerinin hesap tablolarında yer bulamaz. Ekonomi merkezli büyüme, insanı sadece daha çok üreten, daha çok tüketen bir varlığa indirgerken; mutluluk, merhamet, adalet ve hak gibi insani değerleri ölçülemez olduğu için dışarda bırakır.

Bu nedenle bugünün dünyasında büyüyen ekonomilerin aynı anda büyüyen eşitsizlikler, yalnızlıklar, çevre felaketleri ve ahlaki yıkımlarla yan yana olması bir çelişki değil, doğrudan bu modelin sonucudur. Neoliberal paradigmanın içinde büyüyen şehirler, çöken insan ilişkileri; artan milli gelirle birlikte artan antidepresan kullanımı; yatırım patlamalarıyla gelen doğa kıyımları bu sistemin yapısal zaaflarını görünür kılar.

Gerçekte kalkınma, sadece rakamların büyümesi değil; insanın büyümesi, yani anlamlı bir hayat kurma, toplumla barışık olma ve değer temelli bir yaşam inşa etme süreci olmalıdır. Fakat neoliberal düşünce, büyümeyi kutsallaştırırken büyüyemeyen insanı, gelişemeyen ahlakı ve çözülen toplumu görmezden gelir. Bu nedenle kalkınma anlayışının yeniden düşünülmesi, insanı merkeze alan, etik temelli ve çok boyutlu bir paradigma ile güncellenmesi bir zorunluluk hâline gelmiştir.

1.2. Topçu’nun Müdahalesi: “Kalkınma Ruhla Başlar”

Topçu’ya göre kalkınma, “makine” değil “ahlak” üretmelidir. Büyüme rakamları yükselirken ruh çöküyorsa, bu bir ilerleme değil çürümedir.

Nurettin Topçu’ya göre kalkınma, yalnızca yollar yapmak, fabrikalar kurmak, üretim hacmini artırmak değildir. Gerçek kalkınma, insanın iç dünyasında, ruh ve ahlak temellerinde başlamalıdır. Modern anlamda “gelişmişlik” sayılan pek çok gösterge –yüksek büyüme oranları, artan sanayileşme, yükselen ihracat– eğer insanı daha iyi, daha faziletli, daha merhametli yapmıyorsa; bu bir ilerleme değil, yalnızca bir çürümenin mekanik gürültüsüdür. Topçu için kalkınma, makine değil, ahlak üretmelidir.

Topçu, “İsyan Ahlakı”nda bu çarpık gelişme anlayışına açık bir itiraz yöneltir. Ona göre Batı’dan ödünç alınmış kalkınma şemaları, bir milletin ruh köklerini yok sayar. Bu yüzden çağdaşlaşmak adına yapılan birçok reform, milletin öz benliğinden bir kopuşla sonuçlanmıştır. Zira kalkınmanın öznesi sadece teknik araçlar değil; ahlakla yoğrulmuş insan olmalıdır. Eğer fabrikalar çoğalıyor ama işçiler köleleşiyorsa, binalar yükseliyor ama insanlık alçalıyorsa, bu yalnızca teknik bir büyümedir; ruhsuz, anlamdan yoksun ve kalpsiz bir büyüme.

Topçu, Anadolu’nun kalkınmasını Batı’nın endüstri devrimlerini taklit etmekte değil; kendi tarihsel-manevî kaynaklarına yönelmekte arar. Yunus’un sesi, Hacı Bektaş’ın irfanı, Mevlana’nın aşkı, bu topraklarda inşa edilecek kalkınmanın hem ruhu hem yönüdür. Modern şehirlerde gökdelenler yükselirken komşuluk yok olmuşsa, herkesin elinde akıllı cihazlar varken kalpler yalnızsa; burada bir başarı değil, bir çöküş vardır.

Dolayısıyla Topçu’nun müdahalesi, sadece bir ahlaki eleştiri değil, aynı zamanda alternatif bir kalkınma paradigmasıdır. Ona göre gerçek kalkınma, “makineleşmiş” değil “insanlaşmış” bir toplumun inşasıyla mümkündür. Zira asıl mesele insanın “neye sahip olduğu” değil, “ne olduğu”dur. Bu yüzden kalkınma, servet üretmek değil, insanlık inşa etmektir.

Topçu’nun çağrısı basittir ama derindir: Eğer büyüme, insan ruhunu ezip geçiyorsa, yükselen rakamlar bize insanlığımızı unutturuyorsa; o kalkınma değil, çöküştür. Ve bu çöküşe karşı verilecek en büyük mücadele, ahlakı kalkınmanın merkezine koymaktır. Çünkü gerçek ilerleme, insanın kendini aşması, dünyayı yalnızca değiştirmesi değil, iyileştirmesidir.

II. Şehirleşmenin Ontolojisi: Fahişe Metaforu Üzerine

2.1. Fahişe: Tüketim Ahlakının Sembolü (Büyük şehirlerin havasında fahişe gibi zehirleyici bir taraf vardır; onun tuzağına düşenlerin artık kurtuluşu olmaz.)

Fahişe benzetmesi, şehirleşmenin şehvet, gösteriş ve çıkar eksenli doğasını açıklar. Tıpkı fahişenin güzelliğiyle ayartan ama içten içe tüketen doğası gibi, büyük şehir de bireyi cazibesiyle kendine çeker fakat sonunda onu içten içe yok eder.

 “Fahişe” benzetmesi, modern şehirleşmenin ve tüketim kültürünün ahlaki mahiyetini en sarsıcı biçimde teşhir eder. Bu benzetme, yalnızca bireysel ahlaka dair bir yargı değil; bütün bir yaşam biçiminin eleştirisidir. Nurettin Topçu’nun da zaman zaman kullandığı bu tür simgeler, modernliğin dıştan parlayan, içten çürüyen doğasını anlatmak için seçilir. Çünkü fahişe, yüzeyde güzelliğin, cazibenin, çekiciliğin sembolüdür ama bu cazibe, gerçekte bir tüketim vaadidir – tüketen ve tükenen bir ilişki biçimidir.

Tıpkı fahişenin bedensel cazibesiyle baştan çıkarıp ardından insanı içten içe değersizleştirmesi gibi, modern büyük şehirde ışıltılı vitrinleri, devasa binaları, alışveriş merkezleri ve betonarme konforlarıyla bireyi kendine çeker. Ama bu çekim, bir sevgi yahut aidiyet ilişkisi değil; geçici hazlar, çıkar ilişkileri ve benlik yanılsamaları üzerine kuruludur. Şehir artık bir “medeniyetin taşıyıcısı” değil; bir arzu ve rekabet makinesi hâline gelmiştir.

Bu bağlamda şehir, insanın kendiyle ve ötekiyle kurduğu ilişkiyi bozan, onu “gösteri” ve “sahte özgürlük” içinde yalnızlaştıran bir zemindir. Fahişe gibi şehir de sana istediğini verir gibi görünür: Eğlence, konfor, hız, fırsat, tüketim… Ama sonunda senden seni alır. Ruhunu, zamanını, huzurunu, hatta anlam duygunu emer. Her şeyin satın alınabilir olduğu bu düzlemde, insanın kendisi de metalaşır. Kimliğini tükettiği markalardan, sosyal medya profillerinden, “beğeni” sayısından türetir. Oysa bu, gerçek bir kimlik değil; başkalarının gözünde var olma çabasıyla inşa edilmiş sahte bir benliktir.

Topçu’nun bakışında bu tür bir şehirleşme, manevî yozlaşmanın mekânsal karşılığıdır. Onun idealinde şehir, bir “ruh taşıyıcısı”, bir “ahlak mekânı” olmalıdır. Lakin bugünkü şehirler, ne ruh taşır ne de ahlak barındırır. Onlar sadece insanın arzularına hitap eden dev bir pazar yeridir. Şehir, artık evi değil; pazarı, vitrini, gösteriyi temsil eder. Ve fahişe benzetmesi bu pazara giren bireyin, arzu ile mahvolma arasındaki kaçınılmaz trajedisini yansıtır.

Burada mesele fahişelikten öte, onun bir medeniyet eleştirisinin metaforu oluşudur. Şehirle birlikte bir uygarlık modeli çökmektedir: Dayanışmanın yerini rekabet, mahremiyetin yerini teşhir, hakikatin yerini imaj, sadeliğin yerini ihtişam almıştır. Topçu’ya göre bu durum, insanı hem Tanrı’dan hem kendinden koparan bir yabancılaşma sürecidir.

Şehir büyüdükçe, insan küçülür. Şehir ışıldadıkça, ruh kararır. Şehir vaat ettikçe, hakikat silinir. Ve sonunda geriye sadece bir fahişe gibi insanı arzulatan ama onu tüketen bir varlık kalır: Modern kent.

2.2. Zehirli Hava: Modernliğin Görünmeyen Virüsü

Topçu’nun “zehirli hava” metaforu, modern kent yaşamının görünmez ama derin etkilerini ifade eder: tüketim bağımlılığı, yabancılaşma, aile çözülmesi, bireycilik, ruhsal sığlaşma.

Nurettin Topçu’nun “zehirli hava” metaforu, modern kent yaşamının yalnızca fizikî değil, aynı zamanda ruhsal ve ahlaki bir kirlenme içerdiğini vurgulamak için kullandığı çarpıcı bir ifadedir. Bu hava solunur ama görülmezdir; sessizdir ama her yere sızar. Soluyanı fark ettirmeden boğar, sadece bedenleri değil, ruhları da kirletir. Şehirler büyürken insan ruhunun küçülmesini, hayatın maddi anlamda zenginleşirken manen yoksullaşmasını bu metafor üzerinden dile getirir.

Topçu’ya göre modern şehir, sadece beton binalardan ibaret bir yerleşim değil; aynı zamanda ahlaki buhranların üretim merkezidir. Bu şehirde insanlar, birbirine yakın mekânlarda yaşar ama birbirinden uzak kalpler taşır. Herkesin yüzü vardır, ama bakışı yoktur. Kalabalıklar içinde yalnızlık, iletişim araçları içinde kopuş yaşanır. Bu ortamda bireyin iç dünyası, gürültü, hız ve teşhirin gürül gürül aktığı bir çağın içindesessizce sığlaşır.

“Zehirli hava”, sadece fabrika dumanı ya da araç egzozu değil; tüketim bağımlılığıdır. Reklamlar, alışveriş merkezleri, sürekli yenilenen arzularla birey, hiç doymayacağı bir iştahın içinde yaşar. İhtiyaçlarının sınırlarını kaybetmiş; sahip olmak için yaşar, var olmak yerine görünmek için çabalar. Böylece insan, yalnızca bir “tüketici” hâline gelir. Ne düşündüğü, ne hissettiği değil; ne aldığı, ne giydiği, ne sunduğu önem kazanır. Topçu için bu, insanın insanlığını yitirmesi demektir.

Bu zehirli havanın bir diğer sonucu yabancılaşmadır. Birey, hem kendisine hem ötekine hem de kutsala yabancılaşır. Aile çözülür; bireycilik yüceltilirken dayanışma kültürü çürür. “Ben”in mutlaklaştırılması, “biz”i yok eder. Topçu, bu durumu “cemiyetin çöküşü” olarak tanımlar. Çünkü onun düşüncesinde toplum, yalnızca bir nüfus yığını değil, ortak bir ahlaki yaşantının taşıyıcısıdır. Bu yaşantı ortadan kalktığında, sadece şehir değil, insan da yıkılır.

Kent hayatının hızına kapılan birey, sürekli dış uyaranlara maruz kalır. Reklam panoları, sosyal medya akışları, dijital bağımlılıklar… Bu sürekli uyarılmışlık hali, içsel derinliği yok eder. Topçu’nun ifadesiyle insan, artık “kendi içine çekilemiyor”, iç sesini duyamıyor. Ruh, sessizliğe muhtaçtır; ama modern şehirde sessizlik bile lükstür. Bu da ruhsal sığlaşmayı doğurur: Düşünce yüzeyselleşir, duygular sathîleşir, değerler piyasa kurallarına göre şekillenir.

Topçu’nun “zehirli hava”sı, aslında bir manevî salgın gibidir. Ne zaman başladığı bilinmez ama etkisi derindir. İnsanları tek tek değil, topluca kirletir. Üstelik bu hava sadece solunmaz, içselleştirilir. İnsan kendi felaketine razı olur, hatta onu özgürlük zanneder.

Dolayısıyla Topçu, modern kentleri sadece maddi yapıları açısından değil, taşıdığı görünmeyen ruhî iklim bakımından da sorgular. Onun idealindeki şehir, insanı yutan değil; insana nefes aldıran, ruhunu besleyen, ahlakı koruyan bir mekândır. Ama bugünkü şehirlerde “zehirli hava”, artık yapının değil, yaşamın kendisi olmuştur.

III. Türkiye İçin Alternatif Ekonomi Politikası: Topçu’dan İlhamla

3.1. Yerinde Kalkınma ve Toprak Merkezli Büyüme

Türkiye’nin kalkınması şehirleşme üzerinden değil, yerel üretim merkezli kırsal bir dayanışma modeli ile sağlanmalıdır. Kooperatifçilik, küçük işletmeler, yerel pazarlar teşvik edilmelidir.

Türkiye’nin kalkınması şehirleşme üzerinden değil, yerel üretim merkezli kırsal bir dayanışma modeli ile sağlanmalıdır. Kooperatifçilik, küçük işletmeler, yerel pazarlar teşvik edilmelidir.

3.2. Topçu’nun Ahlak Merkezli Kalkınma Modeli: Hak, Adalet ve Kanaat

Maneviyat Temelli Ekonomi Anlayışı

Topçu’nun modeli, üretimde hak, paylaşımda adalet, tüketimde kanaat esasına dayanır. İsrafın karşısında ahlak, hırsın karşısında tevazu, lüksün karşısında sadelik yer alır.

Nurettin Topçu’nun kalkınma anlayışı, klasik iktisat teorilerinin ötesinde, insanı ruhuyla var kabul eden, ekonomiyi ahlaka tâbi kılan bir düşünce sistemine dayanır. Onun modelinde kalkınma, ne ölçüsüz büyüme ne de sınırsız tüketimdir; esas olan, insanın kendi varoluşunu ahlaki bir düzlemde gerçekleştirmesidir. Bu bağlamda Topçu’nun üç temel ilkesi belirir: üretimde hak, paylaşımda adalet, tüketimde kanaat.

1. Üretimde Hak

Topçu’ya göre üretim süreci, insanın emeğiyle varlığa müdahalesidir. Ancak bu müdahale, sadece teknik bir faaliyet değil, ahlaki bir eylemdir. Bu yüzden üretim, hakkaniyet ölçüsünde gerçekleşmelidir. İnsan, başkasının hakkını gasp etmeden, doğayı sömürmeden, “üretim” adı altında zulmetmeden çalışmalıdır. Zira emek kutsaldır; o sadece ekmek değil, aynı zamanda insanın kendisini inşa etme biçimidir.

Topçu, üretimi sadece ekonomik bir araç değil, bir ruhsal eğitim alanı olarak görür. Ona göre çalışan insan, sadece bir makineyi işleten değil; kendi benliğini yoğuran, sabrı, sadeliği ve dayanışmayı öğrenen bir varlıktır. Bu yüzden üretimin kendisi bir ahlak meselesidir. Toplum, üreticinin hakkını teslim etmediği sürece büyüse de gelişmiş sayılmaz.

2. Paylaşımda Adalet

Topçu’nun ekonomik düşüncesinde en temel meselelerden biri de adaletli paylaşımdır. Adalet, sadece hukukî değil; aynı zamanda ahlaki bir yükümlülüktür. Üretilen her şey, hak edenle buluşturulmalı; servet bir azınlığın elinde yığılmamalıdır. Aksi hâlde toplumda kin, sınıf çatışması ve manevi çürümebaşlar.

Topçu, kapitalist toplumda biriken servetin bir “sömürü düzeni” yarattığını; bunun da sadece ekonomik değil, ahlaki bir felakete yol açtığını söyler. Gerçek kalkınma, yalnızca zenginlerin daha çok zenginleşmesi değil; yoksulun da insanca yaşayabileceği bir denge kurulmasıyla mümkündür. Bu bağlamda “ahlaklı ekonomi” onun hedeflediği bir modeldir: Dayanışmaya, sadakate ve toplumsal barışa dayanan bir düzen.

3. Tüketimde Kanaat

Tüketim, modern dünyada neredeyse kutsanmış bir eylem hâline gelmiştir. Oysa Topçu’ya göre kanaat, insanı insanca yaşatmanın temelidir. Tüketimin kontrolsüzleştiği bir toplumda israf, gösteriş ve ruhsuzluk hâkim olur. Kanaatkâr insan ise sahip olduklarıyla yetinmesini bilir; ihtiyacının peşindedir, arzusunun değil. Böylece ne başkasının malına göz diker, ne de varlığını tüketimle kanıtlamaya çalışır.

Topçu’nun kanaat anlayışı, bir zorluk hali değil, bir ahlak tercihidir. Kanaat, yalnızca maddî yoksulluğun değil, manevî zenginliğin göstergesidir. Tüketim çılgınlığına karşı o, sadeliği yüceltir; çünkü sadelik, hırsın değil hakikatin yoludur. Bu yüzden onun dünyasında israfın karşısında ahlak, hırsın karşısında tevazu, lüksün karşısında sadelikyer alır.

Topçu, modern insanın “daha fazlasını isteme” arzusunun aslında bir ruhsal boşluğu örttüğünü söyler. İnsanın doymayan arzularına değil, doymuş bir kalbe ihtiyacı vardır. Kanaat burada sadece ekonomik bir terim değil, ahlaki bir tutum ve ruhsal bir hâldir. Bu hâl olmadan ne birey kurtulur, ne toplum dirilir.

Topçu’nun modeli, piyasanın değil vicdanın; kârın değil hakkın; gösterişin değil tevazunun merkezde olduğu bir ahlak medeniyeti tasavvurudur. Bu model, sadece bir kalkınma programı değil, yeni bir insan idealine çağrıdır. Çünkü ona göre, kalkınma sadece bir ülkenin değil, insanın kendisinin inşasıdır.

3.3. Devletin Rolü: Ahlaki Refah Devleti

Topçu, devletin yalnızca maddi refah değil, manevi yükseliş sağlayacak bir özne olmasını savunur. Bu yönüyle devlet, eğitimi, üretimi, teknolojiyi ahlaki temellere oturtmalıdır.

Nurettin Topçu’nun düşüncesinde devlet, sadece güvenlik sağlayan ya da ekonomik büyümeyi yöneten bir aygıt değildir. O, devleti ahlaki bir özne, hatta bir anlamda ruh terbiyesi veren bir muallim olarak konumlandırır. Devletin varlık sebebi, sadece bireylere maddi refah sağlamak değil; onları irfan, ahlak ve maneviyat temelinde yüceltecek bir hayat tarzına yönlendirmektir. Bu nedenle Topçu’nun idealindeki devlet, klasik refah devleti anlayışının ötesinde bir modeldir: Ahlaki Refah Devleti.

1. Devletin Gayesi: İnsan-ı Kâmil’e Yol Açmak

Topçu’ya göre bir devletin meşruiyeti, sadece anayasalarla ya da oylamalarla değil, insanı yüceltip yüceltmediğiyle ölçülmelidir. Devlet, vatandaşını “tüketici” ya da “seçmen” olarak değil, ahlak sahibi bir şahsiyet olarak görmelidir. Bu bağlamda devletin asıl görevi, insanı sadece yaşatmak değil; olgunlaştırmaktır.

Bu da ancak eğitim, ekonomi, teknoloji, hukuk ve sanat gibi tüm alanların ahlaki bir gaye doğrultusunda düzenlenmesiyle mümkündür. Eğer devlet sadece maddi ihtiyaçları gideriyor, ancak maneviyatı ihmal ediyorsa; Topçu’ya göre o devlet bir beden var ama ruhu yok bir heyulaya dönüşmüştür.

2. Ahlaki Eğitim ve Terbiye Sorumluluğu

Topçu, eğitimi “bilgi nakli” değil, “ahlak inşası” olarak görür. Bu yüzden eğitim politikaları, sadece verimlilik ve performans odaklı değil, erdemli bireyler yetiştirmeye yönelik olmalıdır. Ahlaki refah devleti, bu noktada öğretmeni bir “memur” değil, bir “mürşid” olarak görmelidir. Zira hakiki kalkınma, ancak terbiye edilmiş iradelerle mümkündür.

Eğitim, bir milletin istikbali olduğu kadar, ahlakının da aynasıdır. Ahlaksız bilim, vicdansız teknik ve kişiliksiz zekâ, sadece yıkım getirir. Topçu, bu nedenle devletin sadece okul açmakla değil, ahlaki değerleri yaşatan bir eğitim felsefesi kurmakla da yükümlü olduğunu savunur.

3. Üretim ve Teknolojide Ahlak

Topçu’nun ahlaki devlet tasavvurunda, ekonomi ve teknoloji de sınırsız büyümenin değil, sorumlu yaşamanın araçlarıdır. Üretimin amacı, yalnızca daha çok mal elde etmek değil; toplumu birlikte yaşatmak ve bireye şahsiyet kazandırmaktır. Bu nedenle devlet, üretimi planlarken sadece kârı değil, emeğin ahlaki değerini ve sosyal faydayı da gözetmelidir.

Teknoloji ise ne kutsal ne de nötrdür; onu nasıl ve kim için kullandığımız anlamlıdır. Ahlaki refah devleti, teknolojiyi insanı daha özgür, daha erdemli, daha derin düşünen bir varlık hâline getirmek için kullanmalıdır. Aksi hâlde teknik ilerleme, ruhî gerilemeye neden olur.

4. Yöneticilik Bir Güç Değil, Hizmettir

Topçu’nun devlet anlayışı, otoriteyi değil, sorumluluğu yüceltir. Ona göre devlet adamı, halkın üstünde bir iktidar değil, halk için bir fedakârlık makamıdır. Gerçek yönetici, kendini yücelten değil, halkın yükünü taşıyan, hizmeti ibadet bilen kişidir. Bu anlayış, ahlaki refah devletinin temel taşıdır.

5.Devletin Ruhunu Geri Çağırmak

Topçu’nun öngördüğü ahlaki refah devleti, daha fazla tüketim değil; daha çok anlam, daha fazla verimlilik değil; daha derin adalet üretmek ister. Bu devlet modeli, insanı sadece yaşatmak değil, yaşamanın kıymetini öğretmek ister. Çünkü Topçu’ya göre “Devletin ruhu yoksa milletin istikbali de karanlıktır.”

Ahlaki refah devleti, bugünkü anlamda ne neoliberal piyasa devletidir ne de bürokratik merkeziyetçiliğe sıkışmış bir teknokrasi. Bu model, devletin ahlakla yoğrulduğu, adaletle konuştuğu, merhametle hükmettiğibir irfan düzenidir. Ve Topçu’nun diliyle söylersek: “Milletin ruhunu diriltmek isteyen, önce devletin ahlakını kurmalıdır.”

Kalkınma Değil Tekâmül, Refah Değil Haysiyet

Topçu’nun şehir eleştirisi üzerinden geliştirilen bu alternatif ekonomi politik, Türkiye’ye özgü, yerli, ahlaki ve maneviyat temelli bir kalkınma modelinin imkanlarını işaret eder. Bu modelde büyüme, insanın ruhsal derinliği ile birlikte düşünülür. Fahişe şehirden değil, erdemli cemiyetten beslenen bir iktisat tahayyül edilmelidir.

“Modern şehir adamı sayıyı, köylü adamı sesi sever. Sayılarla yaşayanlar hesap yapar; sesle yaşayanlar dua eder.” — Topçu’nun ekonomiye bıraktığı en derin miras belki de budur.

Nurettin Topçu’nun kalkınma eleştirisinin merkezinde, ekonomik büyümenin insanî değerleri erozyona uğrattığıgerçeği yatar. Ona göre modern ekonomi, büyümeyi kutsarken, insanın iç dünyasını, ruhsal derinliğini, ahlaki hassasiyetini ihmal etmektedir. Bu yüzden o, “kalkınma” değil “tekâmül” kavramını öne çıkarır. Zira kalkınma, yalnızca dışsal imkânların artışıyken; tekâmül, insanın iç âleminde yücelmesi, ruhta bir olgunlaşmadır.

Modern refah toplumları, bireylere konfor sağlarken, onları anlamsızlığa, yalnızlığa ve yabancılaşmayamahkûm etmiştir. Topçu, refahı bir “amaç” olarak değil, ancak bir yan ürün olarak kabul eder. Esas olan, insanın haysiyetle yaşamasıdır. Haysiyet, ne pahalı mallarla ölçülür ne de bireysel tüketimle inşa edilir; o, imanla, sabırla, kanaatle, ahlakla yoğrulmuş bir hayat tarzının meyvesidir.

Fahişe Şehir’den Erdemli Cemiyete: Bir İktisat Tahayyülü

Topçu’nun şehir eleştirisi sadece mekânsal değil, ahlaki bir teşhirdir. “Fahişe şehir” metaforu, bu teşhirin en sert ifadesidir. Modern şehir, tıpkı fahişe gibi süslüdür, çekicidir, ama içi boş ve tüketicidir. Şehveti, gösterişi, çıkarı kutsar. Oysa gerçek şehir, sadece binalardan değil, erdemli insanların birlikte yaşadığı bir cemiyetten ibarettir. Bu sebeple Topçu, kalkınmayı betonla değil, ahlakla ve muhabbetle kurmak ister.

Modern şehir, iktisadı piyasadan, insanı tüketimden tanır. Oysa erdemli cemiyet, iktisadı adaletten, insanı ruhtan tanır. Bu bakımdan, Topçu’nun tahayyül ettiği iktisat düzeni; faizle değil emekle, borsa değil mahalli pazarla, holding değil kooperatifle işler. Lüks değil sadelik; rekabet değil dayanışma; israf değil kanaat bu sistemin temelidir.

Sayılardan Duaya: Ekonominin Ruhunu Geri Çağırmak

Topçu’nun şu cümlesi, bu iktisadi ve metafizik dönüşümün anahtarını verir:
“Modern şehir adamı sayıyı, köylü adamı sesi sever. Sayılarla yaşayanlar hesap yapar; sesle yaşayanlar dua eder.”Bu, yalnızca bir estetik ayrım değildir; iki farklı varlık telakkisinin, iki farklı dünya görüşünün çarpışmasıdır.Sayı, ölçer, sınırlar, metalaştırır. Dua ise açar, çağırır, kutsar. Sayı, insanı nesneye indirgerken; dua, insanı sonsuz olanla ilişkilendirir. Topçu’nun bıraktığı en derin miras belki de budur: Ekonomiyi yeniden insanın ruhsal, ahlaki ve metafizik boyutlarıyla düşünmek.

Modern ekonomi, bir verimlilik tanrısı inşa etti; fakat ruhu yok etti. Oysa Anadolu irfanı, kazancı bereketle; üretimi adaletle; tüketimi kanaatle örmüştü. Topçu, bu kadim mirası yeniden diriltmek ister. Onun iktisat anlayışı, hesap kitapla değil, helal lokmayla; maliyetle değil, dua ile başlar.

Sonuç: Topçu’nun Kalkınma Devrimi

Topçu’nun önerdiği kalkınma modeli, Türkiye’ye özgü, yerli, ahlaki ve maneviyat temelli bir yol haritasıdır. Bu modelde şehirleşme, ruhsuz beton yığınları değil; medeniyet taşıyan insan topluluklarıdır. Ekonomi, piyasa ihtiyaçlarına göre değil, insanın tekâmül ihtiyacına göre şekillenmelidir.

Bu, bir geri dönüş değil; bir hakikate dönüş çağrısıdır. Modernliğin kırdığı ruhu yeniden bütünlemek için:


— Kalkınmanın yerine tekâmülü,

— Refahın yerine haysiyeti,

— Sayının yerine duayı,

— Büyümenin yerine insanın iç olgunluğunu koymak gerekir.

Topçu’nun “iktisadi inkılabı”, makro planlarla değil, vicdanlı yüreklerle başlar. Ve her şeyin sonunda şu hakikat belirir: “İnsan, harcadığıyla değil, vazgeçtiğiyle büyür.”

Yorum yapın