Sabah namazını eda ettim. Gökyüzünün ilk aydınlığına karışan ezanla birlikte, kalbimde tarifsiz bir huzurla dışarı çıktım. Adımlarımı bilinmezliğe değil, varlığın en hakiki köşelerinden birine, mezarlığa yönlendirdim.
Kapısından içeri adım attığımda, dünyanın tüm gürültüsünden kopmuş bir sessizlik sardı beni. Mezarlığın havasında, zamansızlık vardı; geçmiş ve gelecek burada yan yana oturuyordu.
Sabah serinliğini hâlâ taşıyan bir rüzgârla, ağır adımlarla mezarlığın demir kapısından içeri girdim. Kuş sesleriyle bölünen derin bir sessizlik karşılamıştı beni; ölülerin değil, yaşayanların unuttuğu bir yerdi burası sanki. Yol kenarındaki yosun tutmuş mezar taşlarına gözüm takıldı: Bazısı çökmüş, bazısı dik durmaya çalışıyordu; ama hepsinin ortak kaderi aynıydı: unutulmak.
İlk dikkatimi çeken, bir köşeye sinmiş, neredeyse toprağa karışmak üzere olan mezar oldu. Üzerindeki taş yazılar silinmiş gibiydi; adını, doğumunu, ölümünü yitirmiş bir insan yatıyordu orada. O ân hissettim: bazı ölüler iki kez ölür—bir kez bedenen, bir kez de hatıralarımızdan silindiklerinde. Bu mezar bana, unutulmanın ölümden daha derin olduğunu fısıldadı.
Biraz ileride daha ihtişamlı bir mezar vardı. Mermerden yapılmış, çiçeklerle süslenmiş, düzenli ziyaret edildiği belli. Ama nedense onun yanında durduğumda içimde bir boşluk hissettim. Belki de bu mezarın gösterişli hali, içindeki insanın yaşarken eksik bıraktıklarını örtmeye çalışıyordu. Ölüm, herkesi eşitler denir ama bazılarının unutulmuşluğu bile daha sahicidir.
Bir mezarın başında uzun uzun durdum. Mezar taşı kırılmıştı; üzerine bir plastik şişe konmuş, bir de paslı çakmak bırakılmıştı. Yanında ne çiçek ne dua vardı, sadece rüzgâr vardı üstünde. Orada yatanın kim olduğunu bilmiyordum, ama bana bir şey söylediğini hissettim: “Beni arayan olmadı, ama sen geldin. Adımı bilmesen de hatırladın.” Öylece kala kaldım, çünkü o taşsız mezar bana hem geçmişimi hem de unutulma korkusunu anlattı.
Mezarlığın derinliklerine ilerledikçe, bazı mezarların arasında çocuk mezarları da vardı. Küçük ayakkabılar, oyuncak arabalar, peluş ayılar… Ölümün en acımasız halini burada gördüm. Henüz hayata doyamamış bedenler toprağa karışmış, ama hatıraları toprağın üstünde kalmıştı. Sessiz bir çığlık gibi bakıyorlardı gökyüzüne: “Neden bu kadar erken?”
Sonra birden fark ettim: Mezarlıkta sadece ölüler değil, yaşayanlar da yatıyordu. Gömülmemiş ama çoktan sönmüş umutlar, terk edilmiş dualar, hiç okunmamış mektuplar… Belki de bazı insanlar yaşarken ölüyordu, bazıları da öldükten sonra yaşamaya devam ediyordu—bir dizenin ucunda, bir yürek sızısında, bir ziyaretin hatırında.
Çıkarken kapının yanına ilişmiş bir taş dikkatimi çekti. Üzerinde sadece bir kelime yazıyordu: “Bekliyorum. ”Ne mezarın ismi vardı, ne tarih. Ama o kelimeyle birlikte bir hayat canlandı zihnimde. Belki bir baba, bir anne, bir sevgili… kim bilir. Ama bekleyen birileri vardı.
Ve bu mezarlıkta, en diri cümle oydu: “Bekliyorum.”
Hatırladığım Bir Mısrayla Başladı Her Şey…
Adımlarımı yavaşlattım. Taşlar arasındaki sessizlik, bir mısra gibi süzülüyordu içimden: “Sessiz Gemi’ye binmiş, limana çoktan varmışlardı. Birden Yahya Kemal’in sesi doldu ruhuma.
“Artık demir almak günü gelmişse zamandan…”Evet, bu mezarlıkta, zaman çoktan terk edilmişti. Ama asıl terk edilen, bizdik. Ve her mezar taşı, bir veda değil, zamana karşı dikilmiş bir hatırlama çabasıydı.
Eski mezar taşlarının yanından geçerken üzerlerindeki yazılar dikkatimi çekti. Arap harfleriyle yazılmış, kıvrım kıvrım bir zarafetin içinde yatan kelimeler…
Kiminde bir ayet, kiminde bir beyt, kiminde sadece “merhum”, ama öylesine derin, öylesine vakur…
Sadece ölüyü değil, yaşayanı da terbiye eden sözlerdi bunlar.
Bugün konuştuğumuz dilden daha saf, daha içli, daha edepli. Her harfi, sahibinin ruhuyla yontulmuş gibiydi.
Bir mezar taşında şunu okudum: “Her nefis ölümü tadacaktır.”
Bir diğerinde: “Âhireti dünyaya tercih eden, ebedi saadeti bulur.”
Bu sadece ölüme bir not değil; yaşayanlara bir ikaz, bir terbiye vesilesiydi. Bugünün mezar taşlarındaki soğuk ve şekilsiz taşlara bakınca bu fark daha da belirginleşti. Sanki ölüm bile estetiksizleşmişti.
Şunu fark ettim: Taş, sadece taş değildir.
Bir medeniyetin vicdanıdır, hatırasıdır, vakarının sesidir. Ve bu taşlara yazılanlar, içlerindeki kişinin büyüklüğüyle yarışır gibidir. Büyük insanların mezar taşları da büyüktür—yalnız hacimle değil, mana ile. Çünkü onların hayatı kelimeye sığmaz, ama kelime onlara sadakatle eğilir.
Söz, onlara yakışır; taş, onları taşımaz—ancak onlara secde eder gibi durur.
İşte tam da burada, kendi kendime sordum:
Acaba kabirde yatan mı taşı yüceltir, yoksa taş mı yatanı?
Belki de bu bir birlik hâlidir:
İyi bir insanın mezarı da güzeldir; çünkü hayatı güzelleştirmiştir.
Ve belki en büyük mezar, kelimelerin gölgesinde sonsuzluğa yürüyenlerin yattığı yerdir.Bugünün mezarlarında bu mana kaybolmuş gibi…
Bir isim, bir tarih, bir çiçek… ama ne kelime var, ne dua, ne ruha dokunan bir iz.Oysa eski mezar taşları birer kitap gibidir;İstersen oku,İstersen dinle,İstersen sadece sus.Ama her hâlükârda seni kendine çağırır.
Ve ben bugün bu taşların arasında yürürken,Sadece ölüleri değil,Bir medeniyeti, bir dili, bir hayâyı, bir tevekkülü, bir hikmeti
Önce yeni mezarlığın yolunu tuttum. Taşlar dizilmişti sırayla, birer kayıt defteri gibi. Her biri, sadece bir isim, doğum ve ölüm tarihinden ibaretti.
Bazen bir de memleket…Ama o yazılar, hayatın manasını, ölünün ruhunun büyüklüğünü anlatmaktan çok uzaktı. Bana, insanın sadece bir rakam, bir kayıp olarak burada yattığını fısıldıyor gibiydi. Soğuk, donuk ve anlamdan mahrumdu yeni mezar taşları.
İşte o an, Yahya Kemal’in dizeleri aklıma düştü: “Yeni mezarlık ne şenaat hangi millettendir belli değil. ”Bir an durdum, mısraı sadece zihnimle değil, kalbimin derinlikleriyle okudum. “Yeni mezarlık,” dedi içimde bir ses, “kime ait olduğu, hangi ruhun izini taşıdığı bilinmeyen, adeta kimliksiz bir yerdir. Burada yatanların büyüklüğü, ruhunun derinliği artık önemsenmez olmuş. İsimler, tarihler, şehirler…Ama ruhlar suskun.”
Derin bir nefes aldım ve eski mezarlığa doğru yürüdüm. Burada taşlar bambaşkaydı. Taşların yüzeyinde süzülmüş eski harfler, kalemle yazılmış veciz sözler vardı. Her biri adeta insanlığın kadim bir mesajıydı; bir bilgenin, bir şairin, bir erenin ardında bıraktığı iz.
O taşlarda, hayatın manası, insanın dünyaya ve ötesine dair hikmeti vardı.
Eski mezar taşlarının yazıları, kabirlerde yatanların büyüklüğünün işaretleriydi.
Bir mezar taşı, sadece ölünün kimliği değil, aynı zamanda onun ruhunun âlemlerdeki yankısıydı.
Orada her kelime, her harf, hayat ve ölüm arasındaki ince çizgiyi şiirsel ve derin bir dille anlatıyordu.
Mezarlıkta yürürken, o eski yazıların sesini duyar gibiydim.
Bir taş şöyle fısıldıyordu:
“Ben, burada yatan sadece bir insan değilim; Geçmişten bugüne, bugünden ebediyete uzanan bir ruhun temsilcisiyim. Yaşadım, sevdim, mücadele ettim; İnancımla, bilgimle, aşkla var oldum.”
Ve anladım ki; eski mezarlık, milletin maneviyatının, kültürünün ve tarihinin somutlaşmış haliydi. Orada yatanlar, sadece bedenleriyle değil, ruhlarıyla da büyüktü. Onların mezar taşları, o ruhların büyüklüğünü ve hikmetini yansıtıyordu.
Yahya Kemal’in mısrası, bir hiciv ve bir uyarıydı:
Yeni mezarlık, milletin ruhunu yitirdiği bir alan olmuştu. Bir millet mezar taşlarından, kabirlerinden okunur. Ruhu yoksa, o millet de yoktur aslında. Mezarlıkta o gün bir öğretmen gibi dolaştım, tarih ve ruh arasında gezinerek. Kalbimle şerh ettim o mısrayı:
“Yeni mezarlık, kimliksizliğin ve maneviyatsızlığın simgesi. Eski mezarlık ise, Anadolu irfanının, Türk milletinin sonsuzluğa açılan kapısıdır. ”Öylece kalktım mezarlıktan.
Sessiz bir ağırlık, derin bir hüzün ve büyük bir kararlılıkla.
Çünkü biliyorum ki; Bir millet, geçmişine saygı duymadığı, ruhunu mezar taşlarında yansıtmadığı sürece, geleceğe sağlam adımlarla yürüyemez.