Mehmet Akif, yaşadığı devrin çöküşünü bütün benliğiyle hisseden, idealleriyle gerçeği arasındaki uçurumu yüreğinde bir yangın gibi taşıyan bir mütefekkirdir. Onun “Ya Rab, beni evvel getirseydin ne olurdu?” diye yakarması, yalnızca kişisel bir şikâyet değil; aynı zamanda kopuşun, yıkımın, dağılmış bir idealin matemini tutan bir ruhtur. Bu cümlede bir nevi kaderle hesaplaşma, zamanla çatışma ve içinde bulunulan an’a karşı derin bir hicran vardır.
Oysa Topçu, hayatın hiçbir döneminde, döneminden Mehmet Akif gibi ‘Ya Rab, beni evvel getirseydin ne olurdu?’ diye bir şikâyette bulunmamış; fakat buna karşılık maziye hasretle yâd ettiği söylenebilir. Bu tutum, onun zamanla kavgası olmadığını, bilakis zamanı kendi yüküyle kabullendiğini, hatta o yükün altına ahlâkî bir iradeyle girdiğini gösterir. Topçu için tarih, kaçılması gereken bir zaman değil; yüklenilmesi gereken bir emanet, bir davettir.
İşte burada Akif ile Topçu arasındaki temel fark görünür hâle gelir: Akif, mazideki yüce medeniyetin çöküşü karşısında duyduğu ıstırabı dile getirirken, Topçu o medeniyeti bir nostalji nesnesi olarak değil, bugüne taşınması gereken bir ruh olarak kavrar. Akif’in şiirinde mazi bir sığınaktır; Topçu’da ise mazi, istikbali kurmak için sırtlanılan bir mesuliyettir.
Akif, devrini yaşamak istemez; Topçu ise devrine ruh üflemek ister.
Mehmet Akif, yaşadığı devrin çöküşünü bütün benliğiyle hisseden, idealleriyle gerçeği arasındaki uçurumu yüreğinde bir yangın gibi taşıyan bir mütefekkirdir. Onun “Ya Rab, beni evvel getirseydin ne olurdu?” diye yakarması, yalnızca kişisel bir şikâyet değil; aynı zamanda kopuşun, yıkımın, dağılmış bir idealin matemini tutan bir ruhtur. Bu cümlede bir nevi kaderle hesaplaşma, zamanla çatışma ve içinde bulunulan an’a karşı derin bir hicran vardır.
Nitekim Safahat’ta bu tavrın birçok örneğini görmek mümkündür. Akif, bir şiirinde şöyle haykırır:
“Nâ-murâdın şikâyetiyle geçti ömrüm hep,
Zaman benim değilmiş, devir bana düşmanmış hep.”
Bu dizelerde bir devrin çöküşüne şahitlik eden bir ruhun, kendi zamanından duyduğu hayal kırıklığı ve yabancılık hissi açıkça görünür. Akif’in mazisi idealdir; onunla arasında kapanmaz bir mesafe vardır ve bu mesafe, içli bir siteme dönüşür.
Topçu için tarih, kaçılması gereken bir zaman değil; yüklenilmesi gereken bir emanet, bir mesuliyet çağrısıdır. O, İsyan Ahlâkı’nda şöyle der:“İnsan, zamanının çocuğu değil, zamanına isyan eden vicdanıdır. Maziyi ancak bir ruh olarak yaşar, fakat onun içine sığınıp bugünden kaçmaz.”Bu ifadede, Akif’in melankolisinden farklı olarak, zamanla bir hesaplaşma değil, zamanın ruhunu dönüştürme kararlılığı ve sorumluluğu vardır. Topçu, maziyi idealleştirirken bugünü küçümsemez; çünkü onun nazarında tarih bir hatıra değil, bir vazifedir.
Topçu’nun düşüncesinde “hasret”, pasif bir duygulanım değil; aktif bir inşa çabasıdır. Bu nedenle onun geçmişe dair her hatırlayışı, bugüne ve yarına doğru bir ahlâkî seferberliğe dönüşür. Örneğin Topçu, Anadolu’nun ruhunu anlatırken şöyle der:“Biz Anadolu’nun toprağında yatan ermişlerin yalnız menkıbesini değil, mesuliyetini de taşıyoruz.”İşte bu cümle, Akif’in duyduğu tarihî ıstırabın yerine, Topçu’da tarihî bir iradeyi koyar. Akif’in şiiri mazinin gözyaşıdır; Topçu’nun metni mazinin emanetidir.
Sonuç olarak, Akif devrini yaşamak istemez; Topçu ise devrine ruh üflemek ister. Her ikisi de hakikatin ve adaletin peşindedir, fakat yolları ve iç çehreleri farklıdır:
Akif, devrinden kırgındır; Topçu, devrini dönüştürmeye adaydır.
Mehmet Âkif Ersoy, yaşadığı devrin çöküşünü bütün benliğiyle hisseden, idealleriyle gerçeği arasındaki uçurumu yüreğinde bir yangın gibi taşıyan bir mütefekkirdir. Onun şu dizeleri:
“Gül devrini bilseydim onun, bülbül olurdum;
Yâ Rab, beni evvel getireydin ne olurdu?”[1]
yalnızca kişisel bir şikâyet değil; aynı zamanda kopuşun, yıkımın, dağılmış bir idealin matemini tutan bir ruhtur. Bu cümlede bir nevi kaderle hesaplaşma, zamanla çatışma ve içinde bulunulan an’a karşı derin bir hicran vardır.
Oysa Topçu, hayatın hiçbir döneminde, döneminden Mehmet Âkif gibi ‘Yâ Rab, beni evvel getireydin ne olurdu?’ diye bir şikâyette bulunmamış; fakat buna karşılık maziye hasretle yâd ettiği söylenebilir. Bu tutum, onun zamanla kavgası olmadığını, bilakis zamanı kendi yüküyle kabullendiğini, hatta o yükün altına ahlâkî bir iradeyle girdiğini gösterir.
Topçu için tarih, kaçılması gereken bir zaman değil; yüklenilmesi gereken bir emanet, bir mesuliyet çağrısıdır. O, İsyan Ahlakı’nda şöyle der: “İnsan, zamanının çocuğu değil, zamanına isyan eden vicdanıdır. Maziyi ancak bir ruh olarak yaşar, fakat onun içine sığınıp bugünden kaçmaz.”[2]Bu ifadede, Âkif’in melankolisinden farklı olarak, zamanla bir hesaplaşma değil, zamanın ruhunu dönüştürme kararlılığı ve sorumluluğu vardır. Topçu, maziyi idealleştirirken bugünü küçümsemez; çünkü onun nazarında tarih bir hatıra değil, bir vazifedir.
Bu farkı en iyi şekilde şöyle özetleyebiliriz:
Âkif, mazide yaşamak isterken; Topçu, maziyi bugünün mayası yapmayı hedefler.
Âkif için geçmiş bir kaçış noktasıdır; Topçu için ise geleceğe uzanan bir köktür.
Topçu’nun düşüncesinde “hasret”, pasif bir duygulanım değil; aktif bir inşa çabasıdır. Bu nedenle onun geçmişe dair her hatırlayışı, bugüne ve yarına doğru bir ahlâkî seferberliğe dönüşür. Örneğin Topçu, Anadolu’nun ruhunu anlatırken şöyle der:“Biz Anadolu’nun toprağında yatan ermişlerin yalnız menkıbesini değil, mesuliyetini de taşıyoruz.”[3]İşte bu cümle, Âkif’in duyduğu tarihî ıstırabın yerine, Topçu’da tarihî bir iradeyi koyar. Âkif’in şiiri mazinin gözyaşıdır; Topçu’nun metni mazinin emanetidir.
Sonuç olarak, Âkif devrini yaşamak istemez; Topçu ise devrine ruh üflemek ister. Her ikisi de hakikatin ve adaletin peşindedir, fakat yolları ve iç çehreleri farklıdır:
Âkif, devrinden kırgındır; Topçu, devrini dönüştürmeye adaydır.
[1] Mehmet Âkif Ersoy, “Kıt’a 2”, Safahat, 1. Baskı, Sebil Yayınevi, İstanbul, 1987, s. 565.
[2] Nurettin Topçu, İsyan Ahlakı, 1. Baskı, Dergâh Yayınları, İstanbul, 1995, s. 25.
[3] Nurettin Topçu, Türkiye’nin Maarif Davası, 1. Baskı, Dergâh Yayınları, İstanbul, 1960, s. 45.