İnsanın yaşlandıkça ‘daha çok dünyalık kazanma ve daha uzun yaşama’ hevesi artar.
Hz. Muhammed
Başarılı olsun veya olmasınlar, siyasetçiler genelde koltuklarından kolay ayrılmak istemezler. Bunun ardında birçok psikolojik, sosyolojik ve yapısal neden bulunur. Bu durum sadece bireysel hırslarla açıklanamayacak kadar çok katmanlı bir manzara arz eder. En temelde belirleyici olan ise güç ve iktidar sahibi olmanın insan üzerinde oluşturduğu cazibe olsa gerektir.
Güç sahibi olma, bir çok konuda karar verme gücüne sahip olma merkezli olarak bu noktada mühimdir. Zira son tahlilde, bakış açınıza göre değişecek bir mantık işler. Kamu malının deniz olması şeklinde özetlenen meşhur atasözü ile aynı kamu malının ehil insanlarca kullanılması gereği arasında gidip gelen pragmatizm-idealizm tahteravallisinde nerede oturduğunuz belli olur. Hangi saikle o koltukları kendinize layık görürseniz görün, kamu kaynaklarını yönlendirme yetkisine sahip olma ile sürekli hafızası durağanlaşma riski taşıyan toplumun gündemini belirleme yetkisine sahip olma şeklinde ifade edilebilecek iki hal insan psikolojisinde bağımlılık yaratabilir. Bu minvalde doğal lider değilseniz bile kendinizi ciddi bir lider figürünün ortasında buluverirsiniz. Uzun süre iktidarda kalan siyasetçiler, güç kullanma alışkanlığını bir kimlik unsuru haline getirir ve bu kimlikten vazgeçmek zamanla gittikçe zorlaşır. Diğer türlü, merkepten düşüp yola savrulmuş bir karpuz misali ortadan ikiye yarılma riski ortaya çıkacaktır.
Burada Nasreddin Hoca’nın hikayeleri mevzuyu anlamamızı kolaylaştırır. Size benzer durumlar yaşamış veya zahmet ederek yapılan minik bir empati sonucu kurulan bağ sonucu, karpuzun uğradığı muamelenin olası negatif sonuçlarının etkilerini azaltacak yollar denenir. Örneğin bir rektör, müsteşar ya da genel müdür gibi mualla makamlardan ayrılanlar için, eskimiş ayların kırpıp kırpıp ay yapıldığı metafora atfen alternatif makamlar ihdas edilir veya o makamlara monte edilir. Bu arada siyasetçi ile başladığımız hikayenin ne çabuk bürokrasiye evrildiği sorusu akla gelmişse cevabı çok kolaydır. Zira, yeni bir rejimin ihdas edildiği 7 yıldır üst düzey tüm bürokratik görevlerin tamamen politik bir minvalde şekillendiği sağır sultanların bile kulağına çoktan gitmiştir. Merkezi bir (bir kaç) birim, kerameti kendinden menkul özelliklere sahip biçimde bu konuda tam yetkilidir ve adına “keyifokrası” denilen ölçülerle keyfince hareket etmekte bir beis taşımamaktadır.
Siyasetçiyi sonsuz yaşayacakmış gibi bir koltuğa mahkum eden bir diğer faktör etrafındaki yanaşmacı, yalaka ve tapıngaç taifenin genişliğidir. Çevresindekiler (danışmanlar, iş çevreleri, ortak hareket ettiği diğer siyasetçiler ve yakınları gibi) siyasetçiye “devam et” baskısı yaparlar. Zira bu taife de siyasetçinin iktidarından dolaylı olarak faydalanır. Kendilerini siyasetçinin karizması etrafında tanımlamışlar ve onsuz bir hiç olduklarının farkındadırlar. Bir de parti içi rekabet yoksa ya da siyasetçinin yerini dolduracak güçlü bir adayın bulunmaması da koltuğa yapışma motivasyonunu artırır.

Günümüzdeki siyasi partilerin bir çoğunda parti içi rekabet “Allah’a emanet” bir modda ilerlediği için kısa yol olarak “tek adam” yönetimi tercih edilir. Kısaca reisçilik adı verilen bu yönetim biçimi etraftaki bütün kuru kalabalığın üzerindeki bireysel sorumluluk hissini devraldığı için oldukça pratik bir çözüm olarak genelde taraftar bulur. Düşünmek ve eyleme dökmek gibi zahmetli işler, sorumluluk hissi ile birlikte bir merkeze devredilir ve rahat edilir. Zaten Medeni Kanun’a göre iki binlerin başına kadar var olan “evin reisinin erkek olduğu” söylemindeki tutarsızlığa benzer bir paradoksal haldir bu. Zira bu topraklarda ne erkekler evlerinin reisi olabilmiştir ne de reis olma söylemlerinden vaz geçmişlerdir.
Siyasetçinin sonsuzluk arzusunu besleyen başka bir unsur, insanın ölüme olan direnmesine benzer nedenlerle de açıklanabilir. Kötücül insanların ölüme direnmesi ile uzun bir dönemde yaşanan tonla alengirli konu nedeniyle koltuğa yapışık yaşama arasında basit bir korelayon vardır. Görev bitince yolsuzluk, usulsüzlük ya da hatalı kararlar nedeniyle yargılanma ihtimali, siyasetçileri ya yasal bir zırha bürünmeye veya yasal olmayan yollarla iktidarı kontrol etmeye yönlendirir. Bu risklerden kaçınmak için siyasetçi koltukla yapışık halde poz vermeye bir şekilde bayılır. Özellikle hukukun zayıf işlediği veya politize edildiği ülkelerde dokunulmazlık bir tür güvenlik kalkanı olarak görülür. Bu türlü bir endişeden uzun süre masun yaşamak için de ya Bakunin’in tespitine uygun bir yargı düzeni (iktidarın fahişesi) inşa edilir veya Montesquieu’nun güçler ayrılığı bilinçli biçimde tersinden anlaşılarak 3Y=Y denklemi icat edilir.
Bazı siyasetçilerin kendilerini “vazgeçilmez” ya da “ülkenin kurtarıcısı” olarak görme eğilimine de sıkça rastlanır. Narsisistik eğilimlerle de beslenen bu durum merkezli olarak özellikle karizmatik liderlerde ortaya çıkan “benden sonra bu ülkede kaos olur” düşüncesi yaygın hale gelir. İkinci veya üçüncü adam gibi seçeneklerin çok masum hale geldiği bu düzensizlik düzeninde “yüzüncü adam” bulmak bile güçleşir. Erkek evladı olmayan dinsel grup önderleri becerikli damat seçimi ile haleflerini belirlerken siyasetçinin yetenekli bir damada sahip olmaması onun adına talihsizliktir. Fazlasıyla kişiselleştirilmiş mülk ve saltanat bir art gelen ister lakin bu konuda şans her zaman yaver gitmeyebilir.
Eğer bir sistem güçlü kurumsal özelliklere değil kişisel karizmatik özelliklere dayalı olarak inşa edilmişse de siyasetçinin koltuğuna veda etmesi zorlaşır. Seçmenlerin bir lidere aşırı bağlı olması, onda tanrısal mistik haller hayal etmeleri, ezilmişlik duygularına ve kompleksli hallerine onda çareler aramaları böyle fanatik bir ilişki biçimi ortaya çıkarır.
Hepsinden öte siyasetçiler görevdeyken elde ettikleri maaş, imtiyaz, ihalelerden elde ettikleri faydalar, devasa sosyal statü gibi çıkarlarını kolayca kaybetmek istemezler. Sadece muktedir için değil muhalif için de bu tür bir bağımlılık ilişkisi bulunmaktadır. Hem muktedir için hem muhalif için iktidar süresi uzadıkça güç mutlak güce dönüşür ve doğal olarak yozlaşma da mutlak yozlaşma şekline evrilir. Bazı uzun süreli muktedir örneklerinde ise yozlaşma kitleselleşerek sıradanlaşır. Şener Şen’in canlandırdığı “namussuz namuslu” figürlerine her yerde rastlanır hale gelir.
Sonuçta siyasetçi kendisini, intisap ettiği, tonla tecrübe yaşadığı mesleğinin sağlam bir erbabı olarak görmeye başlayarak kendi kaderi ile ülkenin kaderi arasında açık bağlantılar kurar ve dehrin harap etmesiyle iktidarı sona erinceye kadar bin türlü cambazlıkla ayakta kalmaya çalışır. Bu bireysel tercihin ve şartların dayatması bir yana, siyasetçilerin koltuktan ayrılmak istememesi çoğu zaman sistemsel bir sorun haline gelebilir. Kurumsal denge-denetim mekanizmalarının yeterince güçlü olmadığı ülkelerde bu eğilimler zirve yapmaya eğilimlidir.
