Bölüm I – Kırlangıcın Kanadı
Kafkasya’nın gri göğü altında, taş bir evin çatısına sıkışmış küçük bir çocuk… O sabah gökyüzü sanki parçalanmak üzereydi; bulutlar demir gibi ağırdı. Annesi dualar fısıldıyordu, babası ise çoktan şarabın kucağında boğulmuştu.
Küçük Soso, elinde tuttuğu tahta çubukla kara kırlangıcın peşindeydi. Kuş cıvıltı çıkararak değil adeta yalvarır gibi dolanıyordu etrafta. Bir çırpınış, bir kanat sesi, sonra kan… Çubuğun ucundaki siyah tüyler göğe değil, toprağa saplanmıştı. O an Tanrı da sustu. Soso, ilk defa bir cana kıymıştı. Ve ilk defa güldü.
“Uçmuyorsa yaşamıyordur,” dedi içinden.
Ve o gün bir daha asla gökyüzüne bakmadı.
Evde annesi, “Allah büyüktür” derdi. Soso içinse Tanrı yoktu ya da ölmüştü. Onu öldüren kendisiydi belki de. İman, o an boğulmuştu küçük bir çocuğun avuçlarında.
Sınıfta hep sessizdi, ama gözleri konuşurdu. Öğretmenlerinin arkasında sessizce durur, dudak kıpırtılarını izlerdi. Sonra bir gece, bir kitap çaldı kilisenin raflarından. Tanrı’nın yerine başka bir şey koymak istiyordu. Belki devrim. Belki kan.
Yıllar geçti. Soso büyüdü. Artık ona Koba diyorlardı. Kırlangıç artık onun içindeydi, uçmuyor, kanatlarını yavaşça törpülüyordu. O kuş, acının biçimiydi artık. Ve her gece, gözlerinin içine konuyordu.
Bölüm II – Çelik Maskenin Doğuşu
İlk komploları, Lenin’in gölgesindeki yükselişi ve karısıyla tanışması.
Petrograd’ın kirli sokakları, geceleri bir yankı gibi Stalin’in ayak sesleriyle dolardı. Kim olduğunu kimse tam bilmezdi, ama herkes onun kokusunu alırdı: barut, ihanet ve demir. O artık Soso değildi. Koba da değildi. O artık “Çelik”ti — Stalin.
Lenin’in gölgesinde sessizce büyüyordu. Diğer devrimciler sloganlar atarken, Stalin oyun kuruyordu. Kelimeler değil, sessizlik onun silahıydı. Ve en keskin bıçağıydı sabır.
İlk cinayetlerini devrim adına işledi. Banka soygunları, siyasi infazlar, sorgusuz kayıplar… “Halkın düşmanları”ydı onlar, öyle denirdi. Ama çoğu zaman düşman dedikleri, sadece tanık olanlardı.
İnsanları korkutmanın ötesinde, onları görünmez kılmayı öğrendi Stalin. Dosyalar yok edildi, isimler silindi, mezarlar bile unutuldu. Bir adam vardı, sabah kahve içtiği — akşam yok olmuştu. Bir kadın, mektuplarını getirmişti, birkaç gün sonra donmuş bedeni nehrin kenarındaydı.
Ve Nadya…
Nadya gözlerinde hâlâ gökyüzünü taşıyan bir kadındı. Stalin’le evlendiğinde, hâlâ umut ediyordu. Belki bu adam, içindeki çocuğu iyileştirirdi. Ama zamanla gözleri karardı. Açlıktan şişen çocukları gördü. Sürgüne gönderilen komşularını, yitip giden dostlarını… Giderek içine çöktü, kendi sesinden uzaklaştı.
Ve bir sabah…
Yalnız bir odada, titreyen bir elim… Tetiğe dokundu.
Kara kırlangıcın gölgesi odayı kaplamıştı.
Nadya, sustu.
Stalin’in gözünde ise tek bir cümle yankılandı:
“Zayıflık ölüm getirir.”
Bölüm III – Buzdan Taht
Artık Stalin’in çevresinde ne dost kalmıştı ne de düşman.
Hepsini kendi elleriyle yok etmişti.
Ama yok edemediği bir şey vardı: Korkunun efendisi olmak, onu tüketmekti.
Her sabah uyanınca aynaya bakar, “Bugün beni kim öldürmeye çalışacak?” diye sorardı.
O artık bir halkın değil, kendi zihninin mahkûmuydu.
Paranoyası kemiklerine işlemişti.
Kapılar kilitli, duvarlar kalındı ama sesler hâlâ gelirdi.
“O artık yaşlı.”
“Akli dengesini yitirdi.”
“Belki de onu durdurmalıyız.”
Bu fısıltılar, Stalin’in kulaklarında yıldırım gibi çakardı.
Lavra Beria…
KGB’nin başında, Stalin’e en yakın adam.
Ama dostluk diye bir şey yoktu artık.
Herkesin kalbine bir kurşun saklamıştı Stalin.
Beria’ya da bir gün sıra gelecekti… ama önce o, Stalin’in ölümünü bekleyecekti.
Ve Stalin bekledi.
Yıllarca, herkesi beklettiği gibi.
Yalnız kaldı.
Çünkü yalnızlık, iktidarın son mertebesidir.
Bir gece…
İçkili, sessiz ve tuhaf.
Stalin yere yıkıldı.
Koridorlarda yankılanan tek ses şuydu:
“Kimse odaya girmesin.”
Saatlerce yerde yattı.
Titreyen elleriyle yardım isteyen bir tanrı gibi.
Ama kimse gelmedi.
Çünkü herkes, onun kendine bir oyun kurduğuna inanıyordu.
“Bu da bir tuzak,” dediler.
O sabah, karanlıkta bir kırlangıç uçtu Kremlin’in üzerinden.
Kara bir kırlangıç.
Ne doğuya, ne batıya uçuyordu.
Gökyüzünün tam ortasında, Stalin’in ruhunun peşindeydi.
Ve böylece…
Buzdan taht eridi.
Korkuların kralı, kendi korkusunun içinde boğuldu.
Bölüm IV – Küllerin Ardından
Kış, Moskova’nın çatılarından hâlâ inmiyordu.
Sokaklar griydi; gri duvarlar, gri yüzler, gri geçmişler…
Bir halk, sessizce bir tanrının külleri üzerinde yürüyordu.
Ama bu tanrı, gökten değil, yerin en derin karanlığından çıkmıştı.
Cenazesi büyük oldu.
Marşlar çaldı, askerler selam durdu.
Ama kimse gözyaşı dökmedi.
Çünkü bu bir yas değil, bir serbest kalıştı.
İnsanlar fısıldamaya başladı.
Dillerinden yıllarca sökülmüş kelimeler geri döndü.
“Babamı aldı,” dedi biri.
“Annem gulagda öldü,” dedi bir başkası.
“Ben çocuktum, açlıktan kardeşimi yediler.”
Stalin’in adı artık bir hece değil, bir çığlıktı.
Zamanla kitaplardan silindi, heykelleri indirildi.
Ama o kara gölge, her şeyin ardında kalmaya devam etti.
Çünkü bazı şeyler yakılmaz.
Korkunun anısı küle benzemez.
Ve o sabah…
Bir çocuk parkında, bir kadın gökyüzüne bakarak fısıldadı:
“Kara Kırlangıç yine döndü.”
O kuş, Stalin’in doğduğu Gürcü topraklarından uçmuştu.
Volga’nın üzerine gölgesini düşürmüştü.
Kızıl Meydan’da dönmüş, sonra gözden kaybolmuştu.
Ama her bahar, aynı kırlangıç tekrar beliriyordu.
Bir hatırlatma gibi:
Tarihin susturulmuş sesi, yeniden doğar.
KARA KIRLANGICIN TİYATROSU
MONOLOG I – “Ben Tanrı’yı Gömdüm”
Karanlık. Stalin sandalyede. Elinde siyah bir tüy.
STALİN:
Bir kırlangıç…
Sıradan bir kuştu.
Ama ölmeyi öğrenmeden önce yaşamanın nasıl bir ceza olduğunu öğretmişti bana.
Kanatlarını kırdım.
Sesini susturdum.
Ve bir ses duydum: içimden gelen bir yankı…
Tanrı… O gün gökyüzünden indi, benim gözlerimin içine baktı ve sonra hiçbir şey söylemedi.
O sustu.
Ben bağırdım.
“Sen yoksun!”
“Sen yoksun!”
“Sen ben olacağım!”
İşte o gün karar verdim.
Acıyı yönetecektim.
Korkuyu yönetecektim.
Ölümü, gökten yere indirecektim.
Çünkü ben, gökyüzünün sustuğu yerde konuşan tek kişiydim artık.
(Elindeki tüyü yere bırakır.)
Ve bu tüy, benim kalemim oldu.
İlk cinayetimi onunla yazdım.
Adı: Sessizlik.
MONOLOG II – “Benim Ellerimle Yıkıldı”
Stalin, siyah bir masanın başında oturur. Önünde boş bir çerçeve. Işık solgun.
STALİN:
Ben onu sevdim.
Evet, belki sadece bir kez.
Ama bir kırlangıç gibi girdi odama.
Kanatları yumuşaktı, sesi umut gibi…
Ve ben…
Ben sadece uçmasını istemedim.
Benimle kalsın istedim.
Ama her sabah, o gözlerinde bir isyan taşıyordu.
Halkı görüyordu.
Benim halkı nasıl aç bıraktığımı,
susturduğumu,
öldürdüğümü biliyordu.
Ben ona hayatı sundum — ama hayat benim ellerimde boğulmuştu.
Ve o eller,
bir sabah hiçbir şey yapmadı.
Çünkü bazen öldürmek için tetiğe basmazsın.
Sadece durursun.
Sadece susarsın.
Sadece bakarsın.
O yaptı.
Kendini benden aldı.
Nadya öldü.
Ve ben…
İçimdeki kalan son ışığı da gömdüm.
O günden sonra, hiçbir gökyüzü bana ait olmadı.
Ve ben sadece gölgelerle konuştum.
MONOLOG III – “Yalnızlığın Adaleti”
Boş bir oda. Duvarlarda Stalin’in portreleri. Ortada bir koltuk, üzerinde bir ceket asılı. Kimse yok.
STALİN (off):
Zirvede soğuk olur derler.
Ama bu…
Bu artık bir donmadır.
Ne kızım kaldı yanımda, ne oğlum.
Eşim, halkın çektiği acıya daha fazla dayanamadı.
Bir gün sustu…
Bir tabanca kadar sessizdi ölümü.
Ben susturamadım onu.
Ama o kendi suskunluğuyla beni öldürdü.
Yüz binlerce adam öldürdüm.
Ama asıl kurban ben miydim?
Yoksa her gece ölüler mi uykumdan uyanıyor?
Hayır.
Ben tanrı olmadım.
Ben sadece bir gölgeydim.
Bir halkın üzerine düşen uzun ve karanlık bir gölge.
Ve şimdi…
Gölge kayboluyor.
SON MONOLOG – “Külün Fısıltısı”
Boş bir arşiv odası. Raflarda Stalin’in dosyaları, sararmış mektuplar. Işık loş. Bir çocuk sesi duyulur
ÇOCUK (off):
Deden neredeydi o zaman?
Niye hiçbir şey söylemedi?
Neden kitaplarda yok bu?
YAŞLI SES:
Çünkü korku sadece öldürmez…
Unutturur.
ÇOCUK:
Ama ben hatırlayacağım.
Adını değil belki…
Ama gölgesini.
Ve böylece Kara Kırlangıç, son kez kanat çırptı.
Bir daha dönmemek üzere…
Ama gölgesi,
bir milletin kalbinde hâlâ titriyordu.
SON.