Bekri Mustafa, yoksul bir mahallede Küçük Ayasofya Camii’nin önünden geçmektedir. O sırada musallada bir tabut vardır, fakat namazı kıldıracak imam ortalarda yoktur. Cemaatin beklemekten canı sıkılır ve başında kavuğu, sırtında cübbesiyle oradan geçen Bekri Mustafa’yı “hoca” zannederek namazı kıldırmasını söylerler.
Bekri Mustafa, “yok, ben hoca değilim” dese de, hiç kimse dinlemez ve zorla onu öne geçirirler. Bekri Mustafa namazı kıldırdıktan sonra tabutun örtüsünü açar ve ölünün kulağına bir şeyler fısıldar. Cemaat, ölüye ne söylediğini merak eder. Bekri Mustafa gülerek cevaplar:
“Sen şimdi aramızdan ayrılıp ahirete gidiyorsun. Eğer orada, bu dünyanın ahvalini sorarlarsa, Bekri Mustafa Ayasofya’ya imam oldu dersin. Onlar durumu anlar.” der.*
Gününü gün etmesiyle ve ayyaşlığı ile meşhur birisi olarak 17. Yüzyılda yaşadığı söylenen Bekri Mustafa’nın bu hikayesi ve örnek olması gereken bir makama paldır küldür bilinçsizce getirilmesi meselesi nereden mi aklıma geldi?
Bekri Mustafa benzeri, ayyaşlığı ile nam salmış, ayyaş biçimde mesai arkadaşlarına saldırdığı belgeli ve hatta sözde evli barklı olmasına rağmen kız öğrencilerle bir mekanda uygunsuz biçimde yakalandığı için üniversite değiştirmek zorunda kaldığı bilinen bir sözde akademisyenin büyük üniversitelerden birinde dekanlık yaptığını gördüğümde yaşadıklarım Bekri Mustafa’yı hatırlattı.
Nasıl bir kaht-ı rical yaşıyoruz demek ki, kart-ı rical tayfasından düşkün yaratıklar için böyle ortalama düzgün ve namuslu bir insanla temsil edilmesi beklenen makamlar, böyleleri için uygun görülmekte!
Hoş, hatırı sayılır uluslararası indekslerde (ssci veya sci gibi) bir tane bile makalesi olmadığı halde onlarca akademisyene sırf yanaşmacı ilişkilere sahip olduğu için rektörlük gibi yüksek bir temsil misyonunun emanet edildiği bir dünyada, dekanlık gibi ikincil bir makamın ne önemi olabilir diye de düşünülebilir? Böyle düşünenlerin ahir zaman koşullarında, defolu bireylere ve şaibeli kurumlara tapıngaçlığın tek başına bir ödüllendirme nedeni olduğu gerçeğini çok iyi idrak ettiklerini sanıyorum.
Klasikleşmiş ve klişeleşmiş ve sonu -et, -yet, -at gibi eklerle biten, içi çoktan boşaltılmış kelimelerin toplumsal vicdan için artık bir anlam ifade etmediğini tekrarlayacak değilim. O rektörlerimizin, “köylüleri” başta olmak üzere etrafında, kendilerinden nemalanma amacıyla bir yanaşmacı ekibin hemen oluşacağı, makamın en temel niteliğine sahip olmamasına rağmen üniversal (!) bir kurumun başına hiç tereddütsüz getirilmesinin (hatta bazı örneklerde birden fazla kez atanmasının) sıradanlığından da söz edecek değilim. Herkesin, Ahmet Kaya’nın 1980’lerdeki yorgun demokrat albümünde geçen “oportünizme bulaşmış, geçim derdinde demokrat” olma hakkı olabilir. Ya da kart-ı rical (bu terimi de Türkçeye yeni kelime arayışı içinde olanlara hediye ediyorum) günlerinde Abdurrahman Çelebi olma umuduyla çıktığı bir yolculuktur bu, kim bilir?
Demek en az yarım yüzyıla uzanan bir Bekri Mustafalar döneminden süzülüp bu günlere geldik. Hatta böylesi dönemlerin Nirvana’sına ulaştığımız bile söylenebilir. Yarım yüzyıl diyorum, zira ömrümüz bu kadarını gözlemlemek fırsatı sundu şimdilik. Hangi badireler atlatmış ve özetle nerelerden süzülüp (sürüklenip) gelmiştik peki bu günlere?
1990’larda Açık Öğretim Fakültesi mezunlarının yüzlercesinin (bir mezhep faşizmi gözetilerek) idari hakim yapıldığı ama doğal olarak idari davalara bakmaktan fellik fellik kaçtığı dönemler ile son dönemde yaşanan sonu -et, -at ile biten mekanizmanın içini aşındıran benzer atamaları arasında bir farklılık bulunmakta mıdır? İki binli yılların başlarında yaşanan ve sonuçları günümüze kadar tartışılan soru hüpletme suretiyle makamların gaspedildiği dönemler ile mülakat gasbı ile ayrımcılığın doruk noktaya çıktığı dönemler arasında farklılık bulmak mümkün müdür?
Bekri Mustafa’nın, 17. Yüzyıldan beri toprak altında kalan cesedi çoktan çürümüş olmalıdır ama temel sorunlarımız baki kalmış demek ki. Bu basit ve kısa tarih turunun ardından söylenecek daha çok şey var elbette ama lafın fazlasının aptala anlatılacağı gerçeği altında burada bitirmek daha uygun düşecektir.
Bu arada, böylesi bir konunun kaleme alındığı zamanın mübarek günler olması, uymamız gereken bize bazı ritüelleri hatırlamalı mıdır? Ha! Evet. Bakın, burası çok önemli! Yüzyıllardır öneminden de bir şey kaybetmedi. Sadece oruçla arası olmayan insanlar için değil otuz gün aç kalmasına rağmen gönlüne ilahi bir serinlik akmadığı için buz gibi kul hakkı yemekte mahsur görmeyen binlerce insanın dilinden de hiç düşmedi. Bizim samimiyet testimizin sonucu da yevm-u ceza’ya kadar asla bilinmeyecek elbette. Yine de:
Hayırlı Ramazanlar!…
*: Bu bilindik hikaye https://m.istanbulgundemi.com.tr/yazar/bekri-mustafa-kimdir/659 adresinden alıntıdır.