Ne kadar zordur, birinden bir şey istemek. Ondan da zor bir şey daha var ki “ yatağın içinde tek başına ağlamak”. İşte böyle gergin bir günde tanıdı Züleyha’yı. Züleyha on sekiz yaşlarında oldukça naif, aydınlık veren samimi ve içten bakışlı beyaz tenli biriydi. İlk bakışıyla hemen insanın kalbine işlerdi. Gülümsemesi saf ve masum, oldukça inandırıcı gelirdi. Ağlaması da gülümsemesinden farklı değildi. İnsan en sıkıntılı zamanında ona baksa çocuksu saflığıyla bir ferahlık ortaya saldığını ve yumuşak bakışıyla da onları rahatlatırdı. Onun doğası doğuştan güzeldi. Bu küçük yaşına rağmen nasıl ve nereden öğrendiğini bilmediğim şeyler konuşurdu Züleyha.
İşte bir cümlesi; “ahlaki yoksulluk bütün fiziksel acılardan daha acıdır, fakirliğin en alt seviyesidir”. Şaşkın şaşkın yüzüne bakmama rağmen içimi huzurla doldurdu, Züleyha ve Züleyha’nın bu cümleleri. Züleyha ve onun cümlelerinin ilki sıra dışıydı, belli olmuştu. Belli olmuştu Züleyha kendini terk etmiş, Züleyha olma makamına girmişti. Son ve ilk limanı ilk ve son durağı burasıydı. Henüz birkaç cümlesiydi söyledikleri fakat kendi ahlaki yoksulluk acısını sevmiş ve fakirliğine isyan etmemişti. İsyanı ahlaki olduğu için fırtınalar limanını durağını yıkmamıştı. Yürek cezası çekmiş olması Züleyha’yı “Züleyha” yapmıştı. Züleyha’nın her sözü edebiyat, felsefe, din içeriyordu ama edebiyatı edebiyatsız, felsefesi felsefesiz, dini dinsiz gibiydi.
Onu nereye oturtacağını bilmemek onun oturduğu yeri tanıtmaktan daha zordu. Terbiyesiyle dava adamı, görüntüsüyle realist, bir yerde olduğunu düşündüğü Züleyha’yı tanımak ve tanıtmak oldukça zor olacaktı. Bu ona ölüm düşüncesinden uzaklaşmak kadar zor geliyordu. Bu ona karanlıkta uyuyan bir kediyi tarif edememenin yüreğinde ziyadeleşen sızısını hatırlattı. Olgun adamların kelamlarını zikreden Züleyha’dan etkilenmemek mümkün değil. Züleyha hem rüya hem dünya gerçeklerini veya sanki “noktanın” sırrına vakıf olmuş onu yaşıyordu. Züleyha rüzgar satan nesilden kaçmış “ noktanın” sırrını çözmüştü. Züleyha noktanın “sonsuzluğuna” nasıl inanmışsa Züleyha isimli “yıldızla” her gece göz göze geldiğini ve onunla konuştuğuna öyle inanırdı. Körlere kılavuz olmuş olanlarında kör olduğunu ilk o görmüştü. Onun akılda birinci olmak veya bilgiçlik taslamak gibi bir düşüncesi yoktu. Sadece içinde yaşadığı neslin rüzgar satmasının önüne geçmek veya havanda su döven nesli kurtarmak istiyordu. O “yıldızının” kıyısına kadar ulaşmış ve işaret parmağıyla onun kaymasının bile önüne geçecek merhaleye ulaşmıştı. Bu insansızlığın son mertebesi mi acaba diye günlerce düşündü. Düşündükçe yıldız büyüdü ve adı dünya oldu; Züleyha’nın Dünyası. Züleyha’nın dünyası akşam işten eve gelince başlar güneş doğup işe gelince biterdi. Alacakaranlıkta o eski evinin karanlık odasına girince yıldızı parmağına konar o sonsuzluk ufkunun noktası olurdu. Gün doğunca onu acı yıkıcı bir duygu sarmalamasana rağmen parmağına bakar yıldızları sayardı. Gündüz kendini misafir sayar gece ise ev sahibi. Gündüz cezaevinde gece özgür. Gündüz iki saati yirmi yıllık ceza almış yaşlı bir mahkum gece iki saatte yirmi yıl yaşamış gibi “genç” his ederdi. Gece sesini karanlıklar ülkesi duyar gündüz sesini saklardı.
Sesin özgürlüğü ve mahkumiyeti hayallerinin özgürlüğü ve mahkumiyeti gibidir dedi içinden. Ve içindeki ses yine bir şey söyledi; ölüm sesin sonsuz özgürlüğüdür. Züleyha’nın makamatı sesler içinde ölmek. Sesinin zincirlendiği duvarları yıkmak, “seyr-i sülük” bir inkılaptı. Issız dik bir yerdi burası. İnkılabın son kalesi burası, inkılabın son ferdi, Züleyha.
Hayatın tekerleği büyüktü ve ağırdı ayrıca onu döndürmek çaba gerektiriyordu. Züleyha bunu başaran ender insanlardan biri olmuştu. Züleyha’yı tanımayan onun aylak bir yaşamı olduğunu düşünürdü. Halbuki o baktığı şeyin ötesine de bakmayı beceren biriydi. Hatta derdi ki “burnunun ucunu görenden uzak ol ve burnunun ucundan uzak olanı görene yakın ol”. Züleyha kutsal çizgiyi aşmıştı. Yanlışların doğrular kadar kıymetli olmasında onun bu özelliğinden geliyordu.
Açık samur kaşları siyahi saçları fındık kadar burnu elamsı ve çocuksu gözleriyle Züleyha meleklerin haclegahına girmiş ve sözleri hayalleriyle değil mistik fırçalarla boyamayı başarmıştı. Sözleri bir meneviş gibi rengarenkti.
Ölüm ve aşkı her devrin kimi mümin kimi mutasavvıf kimi dinsiz derin ruh ve uyanık kafası düşünmüştür ama Züleyha hepsinden farklı olarak aşk ve ölümü “tatlı ve sükûti bir mezar Saray’ının Sedef kapısı“ olarak görmüştür. Kefen soğukluğunu böylece yendiği için aşk ve ölüm halinde olanların korkusuz kişileri olarak gören Züleyha, gönlünün meşale ışığını bu iki gerçeğe yönlendirmişti.
İçine üflenmiş bütün cümleler ışık gibi ağzından dökülünce etrafını aydınlatıyordu. Görünmez acıları damla damla tatmış gönüllere hikmet dolu dudaklarından döküldükçe tükenmez susamışlık biterdi. Züleyha’nın her cümlesi zindanlara özgürlük ışığı veya hürriyet güneşi girer gibi giriyordu, gönüllere. Saraylar kulübe kulübeler saray oluyordu. Züleyha’nın her sohbetinin sonunun şu cümleyle bitmesine de kimse mana veremiyordu; ölürsem sakın bana acımayın dua edin. Engin denizlerin uğultusu Züleyha’da şiir olmuştu sanki. O kuvvet hududunu bilen biri olmuş ama hiç hududunun sınırlarını aşmıyordu. Öyle ki oturduğu bir “mermer asaleti” kalktığında bir “Elif” asaleti vardı. Ne demişti ismini hatırlamadığı edebiyatçı; ”buğdayın nimet olması için iki taş altında ezilmeli lazım geldiği gibi iyi bir istidadın büyük şair olması içinde ıstırap değirmeninin çarklarından geçmesi gerekir”. İşte Züleyha’nın cümlelerin sırrını çözen cümle buydu .Cümle tekkede halvet değirmeninden geçmiş “nimet veya un” olmuş. Züleyha’nın cezbesi cümlelerinde gizli. Ruh ürpertisinin seviyesi öyle kemal seviyeye ulaşmıştı ki önce Züleyha terbiye olmuş ve sonra Züleyha terbiye etmeye başlamış. Yani Züleyha amber nasıl ateşe düşmeden koku vermezse Züleyha’da halvete girmese koku veremezdi. Züleyha’nın tekkede “hal” minberde “kal”ehli olması bundandı.
Ve Züleyha birden gözlerini kapattı, tekkenin duvarlarındaki yazıyı Gönül gözüyle okumaya başladı; “Akdeniz’in üstüne bahar rüzgarı Ege’den gelirken, Karadeniz bu muhteşem manzarayı yukardan Seyir ediyordu. Bu manzara meyus bir yalan değil aksine yegane bir hakikatti. Fecrin pembe nazarları Ufuktan ufuğa, sonsuzluktan sonsuzluğa buradan süzülüyordu. Baharın hatta mevsimlerin inkılap merkezi bu üç deniz ve bu üç denizden geceleri gelen muharrik rüzgarlardı. Mevsimlerin hüsnünün en gizli en mahrem yönleri bu üç denize gizlenmişti. Bu hakikat, doğanın bu üç denize bilgi-sebep verdiği mükafatın kıymetinin kendisiydi. Burada esen rüzgarlar denizin Füsun-ı ruhlarıydı. Denize vuran bedii ve vazıh güneş bile bu Füsun-i ruhun eseriydi. Tabiat-i alemin bütün perileri güzelliklerini bu esrarlı denizlerin gölgesinden almışlardır. O dünyaya yayılan türlü türlü çiçek kokuları nereden ve nasıl gelirdi; Bu denizlerden bu rüzgarlardan. Tıpkı sulu boya resmî levhası gibi fakat kokusu olan bir resim levhasıydı. Saf ve mavi bir sema saf ve mavi bir deniz bu rüzgarların eseriydi. Karşı sahil sanki yoktu gök ve Deniz birleşmişti. Hatta denizin mavisi göğün yansımasıydı. Bahara ve hayata dargın olmayanların mekanıydı burası. Manzara ne uzak bir hayal Ne de görülmez bir Hülya idi, manzara gerçek, manzara hakikatti. Manzara muhteşem bir Levent endamıyla süzülüyordu ki gören hayran oluyordu. Üç deniz gözleri kamaştıran tabiatın tek incisiydi. Denize akseden güneş bile bir başka alemlere hatta ayrı hülyalara dalmış gibiydi. Rüzgar, odaların gölgesine görünmez hayaletler, yosunumsu kokular getirirken oda sakinleri bunları denizin kahkahası sanıyorlardı”.
Züleyha kapalı gözlerini şöminen başındaki yazıya çevirdi; “”İnsan sevdiği denizin fırtınasını da göğüsler” diye bir şey okumuştum. İnsan sevince dev dalgasında boğulmayı bile arzulayabiliyor o denizin. Başını, sonunu düşünemeyecek kadar ikna oluyorsun onun seni asla dibine çekmeyeceğine. Denize doğru bakmaya korkarken bile.
Yirmi bin küsur gün. Seni sen yapan ne varsa şimdi beni benden alan, binlerce günün birikimi. Çok azına şahit olmanın hüznü, bir yerden başlamış olmanın heyecanı ve bundan sonraki her 365 günün sıfır noktasında yanında olmanın umuduyla yazıyorum.
Her halini biriktirmeye çalışıyorum. Yarın olmaz belki korkusuyla içime işlediğim neyin varsa her gece kazıyarak üstünden geçiyorum. Her şeyin çözümü bir şekilde senin yollarına saklanmış gibi, bin antidepresandan daha etkili senin sesin. Herkesin çok büyük bir hediyesi vardır bu hayatta, benimki sensin. Ve iyi ki sen’sin.
Senden hiçbir şey istemiyorum demiştim. Yalan söyledim sevgilim özür dilerim. Arabanla yokuş çıkarken düşmesin diye anahtarlarına uzattığın elin olmak istiyorum. Sadece rahat hissettiğin ortamlarda attığın o kahkaha olmak istiyorum. Beni ilgiyle dinlerkenki mimiklerin, kitap okurkenki ciddiyetin, çok sevdiğin kadehin, yazdığın kitaplar, gezdiğin şehirler, dinlediğin şarkılar, güldüğün filmler… Çok isterdim gerçekten. Düşünsene evinin sokağının köşesindeki ağaç, her sabah yüzünün binbir türlü güzelliğine şahit.
Biliyorum senin için hiç kolay bir şey değil bu. Birinin seni kendi dünyandan çekip yabancı bir hayata dahil etmek istemesi. Hiç alışkın olduğun bir şey değil. Ne kadar uğraşsam, çabalasam da hissettirmemek için beceremezdim, beceremedim. Elbet olacak ters bir şeyler, ben düzelttikçe sen bozacaksın, sen inşa ettikçe ben yıkacağım. Olur çünkü bunlar, biliyorsun. Nedeni, malum. Geçer ama. Sen benim ellerimden tuttukça diğer her şey lafuguzaf.
Sana söz veriyorum. Onurun, gururun, şerefin ve şahsiyetine leke sürecek en ufak eylemim olmayacak. Senin rahatını bozacak, seni düşündürecek ya da üzecek her şeyin karşısında olacağım, söz”. Hayatımın geri kalan her gününü seni gururlandırmaya çalışarak geçirebilirim. Senin mutlu oluşun, gülümsemen hayatımın en değerli hediyesi. Ömrümün gümüş çivisi, sevgilim. Kollarında anne kucağı güveni var. Hayatımın sonuna kadar o kolların bana sarılmış bir şekilde uyuyabilirim.. Yarın ne getirecek bilmiyorum. Seni bana getiren düne şükürler olsun. Güzel kalbin nerde mutluysa hep orda atsın isterim. Verdiğin her nefes, kıymetini en çok bilenin boynuna çarpsın. Beni dünyanın en mutlu kadını yaptığın içn teşekkür ederim. Her ihtiyaç duyduğumda yanımda olduğun için, gereksiz dertlerime çözüm aradığın için, en yakın arkadaşım, sevgilim olduğun için… Beni sevdiğin için teşekkür ederim. Seni çok seviyorum her şeyim.
Züleyha bu mektubu okuyunca gözlerini açtı ve arkasını döndü odadan çıkmak için. Kapıya elini uzattı ve tam açacaktı ki, kapının üzerinde şu cevabi mektubu okudu:” Çok hoş çok güzel çok anlamlı. Bu yazıya sevgim saygım vicdanım merhametim layık ama yaşım layık değil. Ben demiştim bende mevsim kış. Hatta kış bile değil güz, zemheri. Sende bahar. Bu yazıyı baharda olan birine yazsaydın hem çiçeğe hem meyveye dururdu halbuki bende kurumuş dallarda sallanan buz olur.
Demiştim ben gamlı hazanım diye, yine de teşekkür ederim. Seni de tebrik ederim böyle güzel dolu dolu duygularını ifade etme kabiliyetin olduğu için . Benimde artık duvara asılacak bir yazım var. Böyle bir duygu dolu mektubu yirmi yaşında almak isterdim ve yine böyle manalı ve hazine dolu yazının yirmi yaşında birine yazılmasını isterdim. Heyhat bende mevsim geç bile değil bitti.
En olunmaz günde en olunmaz zamanda karşılaştık. Senin bundan sonra evin köşesindeki ağaçın gölgesinde değil mezarımın köşesindeki ağacın gölgesinde beni bekler görmek beni daha çok üzer.Ölümüme ölüm katar.Ben beklenecek çağı geçtim sen ise çiçeğin meyve vereceği anı her dem sabırla bekleyecek yaştasın.
Asıl ben sana minnettarım unuttuklarımı değil yaşamadıklarımı yaşattığın için. Ve ben senden habersiz her gün ağladım. İçim kendim için yandı senin için yanıyor. İçim kendim için acıdı senin için acıyor. Senle her zaman kahve içmeye varım. Hem de artık sert olsun diye filtre kahve bile içerim. Sen yiğit yüreklisin hem anti-deptresan ilacına hem benim sesime ihtiyaç duymadan yaşarsın yaşatırsın. Hatta zaten sen sessizliği ve yalnızlığı seversin ben gibi ( birde ben senden farklı olarak kimsesizliği severim bilirsin. Yılların sonucu bu) o nedenle benim sesimin sana testere gıcırtılı olmasını istemem.
Böyle bir mektup alacağımı bilseydim ilgiliye mektupları yayınlamaz beklerdim arka kapağına bunu bastırırdım. Yani son kapağa. Senin daha ön sayfaya yazacağın mektupların olacak ama benim…. Ben bu tarz yazılar yazacağın için o divit kalemi verdim.
Huzur sende mutluluk sende başarı sende güneş sende aydınlık sende kalsın gerisi karanlık odam kimsesizliğim yalnızlığım gecedeki ay ve gölgesi olmayan ağaç bende kalsın. Korkma korkmam bunlardan… Demiştim sana öykü yazacağım diye galiba başladım…”
Züleyha’nın yetiştiği metafizik kaynakların ilk basamağı bu mektuplar olmuştu. Bu mektuplara tesadüfen değil kaderinin getirdiğine inandı ve dergaha kendini attı ve Züleyha oldu.. Dergahta kaldığı her gün bu mektubu kim kime yazmıştı buna ulaşmayı hedeflerken kendi ayrı bir “aleme” girmişti ki bunu da zamanla fark etti. Zamanla “Han Duvarlar”ından tekke duvarlarına ulaştı. Nihayet odadan çıktı ve bir dervişan karşıladı. Dervişanın ilk cümlesi şu oldu bu duvar mektuplarını okudun şimdi söyle bakalım; insan insana aşık olmadan Allah’a aşık olabilir mi?Züleyha başını önüne eğdi ve sustu.
İşte halvete girdiği ilk gün böyle başladı. Ve sonra ki günlerde öğrendi ki tekkeye gelen ilk bu odaya girermiş. Züleyha o günden sonra her sabah namazından sonra bu odaya gelir bu mektupları okur ve odasına çekilirdi. Tam kırk gün devam etti ve her gün bu mektuplarla seyr-i sülük yapardı. Yine öyle bir günde bu odada uyumuş kalmıştı ve rüyasında bu mektupları yazanlar olduğunu söyleyen bizleri irşat eden babaları doğuran anneleri gördü ve onlarla şu sohbet yaptı rüyasında.