Gecenin sessizliğinde, çölde rüzgâr kumları savururken, küçük bir çocuk yere diz çökmüş, titizlikle bir şeyler inşa ediyordu. Elleriyle yığdığı kumları dikkatle düzeltiyor, minik kuleler yapıyordu. Ay ışığı, onun küçücük ama kararlı ellerini aydınlatıyor, gölgeler düşürüyordu. O, Kudüs’ün surlarını yapıyordu.
Amcası Şimşir, bir süre uzaktan onu izledi. İçinde anlam veremediği bir hisle çocuğun yanına yaklaştı. Hafifçe omzuna dokunarak sordu:
“Yeğenim, ne yapıyorsun?”
Çocuk, elleriyle inşa ettiği kulelere son bir dokunuş yaparak başını kaldırdı. Gözlerinde yanmakta olan bir ateş vardı. “Kudüs’ün surlarını yapıyorum, amca,” dedi, sesi fısıltı kadar hafif ama bir kılıç kadar keskindi.
Amcası bir an sustu. Onun gözlerindeki ışık, sadece bir çocuğun hayalperestliği değil, geleceğin büyük bir destanını yazacak bir adamın azmiydi.
Yıllar geçti, kumdan kaleler yerini taşa ve kılıca bıraktı. Selahaddin artık bir çocuk değildi; Kudüs’ün feryadını duyan ve onu özgürlüğüne kavuşturmak için ant içen bir komutandı. Öyle ki, gülmeyi bile kendine yasaklamıştı. Yüzü yıllardır tebessüm nedir bilmezdi. Bir gün, bir âlim camide vaaz verdikten sonra ona yaklaşıp sordu:
“Sultanım, neden hiç gülmezsiniz? Tebessüm sadakadır. Allah Resulü de tebessüm ederdi.”
Selahaddin’in gözleri bir an boşluğa daldı. İçinde yankılanan acıyı kelimelere dökmek zordu. Ama gözlerini âlime çevirdiğinde, sesindeki kararlılık çöl rüzgârı gibi sertti:
“Hocam, Allah Resulü’nün Miraca yükseldiği Kudüs, hâlâ Franklerin elinde. Ben nasıl gülebilirim?”
Havadaki tüm sesler sustu. O an, herkes onun neden bu kadar sert olduğunu, neden kendini dünyaya kapattığını anladı. O, yalnızca bir sultan değildi. O, Kudüs’ün yaralı kalbi, bir milletin sessiz duasıydı.
Ve nihayet büyük gün geldi. Selahaddin, yıllarca süren mücadelelerin ardından Kudüs’ün kapılarına dayandı. Çocukken kumlarla yaptığı surlar artık önünde yükseliyordu. Ama bu kez onları yıkmaya değil, onlara gerçek adaleti getirmeye gelmişti. Şehir teslim olduğunda, Selahaddin atından indi. Taş sokaklara diz çöküp, alnını yere koydu. İlk kez içindeki ağır yük hafifliyordu. Gözyaşları toprağa karıştı. O gün, belki de ilk defa gerçekten tebessüm etti.
Büyük fetihler, büyük ruhlarla mümkündü. Selahaddin sadece bir komutan değildi; bir milletin duasıydı. Ve onun yürüdüğü yolda yankılanan bir gerçek vardı:
“Kimin himmeti milleti ise, o tek başına bir millettir.”