Daha uzun olmasına ve daha yıkıcı sosyo-ekonomik sonuçlar üretmesine rağmen Eylül literatürü genellikle kahramanımız olan yılın en en kısa ayının gölgesinde kalmıştır. Eylül sonrası kurulan ekonomi-politik düzenin, bu hazan ayından intikam almak için tekdüze ve istikralı bir (hakim parti gibi) siyasal manzaraya sahip olmamasından mıdır nedir bilinmez, hesap soranı daha az olmuştur. Bu hesap sorucu rüzgarlar genellikle soldan eserken birey olma kültürünü içselleştirememiş veya ölümüne kutsal devlet paradoksunu atlatamamış sağ milliyetçi muhafazakar (SMM) tepkiler ne yazık ki cılız kalmıştır.
Oysa hazan mevsiminde de ortaya bariz bir kıyım mekanizması çıkmış, elinde tuttuğu dört yanı keskin satırı bir sağa bir sola savuran kasap gibi hareket etmiştir. SMM tipi duygusuz duygusallık sonraki dönemlerde yaşanan benzer travmalarda da görülecektir ve bu davranış kalıbının ne yazık ki var oluşsal bir özellik taşıdığı gözlemlenecektir. Şubat rüzgarları, kısa olmanın getirdiği kompleksten mi yoksa azı çok yapan yesyeni Türkiye’nin kadrolar eliyle ve tamamen duygusal (!) gerekçelerle sündürme imkanlarının geniş olmasından mı neşet etmiştir bilinmez ama daha sert esmeyi başarmıştır. Kısaca yapılacak karşılaştırmalı bir analiz sonucu ortaya çıkacak manzara akıl sahiplerine oldukça paradoksal görünmektedir.
Örneğin 1997’de bir 12 Eylül ürünü olan MGK toplantısında açıklanan kararlarla başlayan dönemde TSK, irticayı birincil tehdit olarak ilan etmiş ve o dönemde yaşananlar “post-modern darbe” olarak adlandırılmıştır. Sincan’da tankların yürütülmesi gibi güç kullanma yanında kamusal psikolojik önlemleri de kullandığı için “soft modern” olarak tanımlanmıştır. Buna rağmen “soft modern” tanımlamasının daha çok hakkını veren olaylar dizini, sonradan saatler 17:25’i gösterdiği dönemde yaşananlara daha uygun bir isim olarak uygun görülecektir.
En kısa ay olmasına rağmen uygulamaları günümüze kadar uzanan psikolojik toplumsal yaralar bu dönemde keskin biçimde ortaya çıkmıştır. Siyasetin etkisizleştirilmesi, sivil bürokrasinin korkak ve sinik bir hale büründürülmesi ve “maskelerle gezen” zombilerin ortaya çıkması bu dönemden günümüze kalan miras olarak addedilebilir. Siyasal istikrarsızlığa ve keyfi uygulamalara «ideolojik cadı avı» irrasyonelliği de eklenince, ekonomik sistem toz duman haline gelmiştir.
Her darbenin bir maliyeti vardır ve muhtemelen ekonominin büyüklüğünü dikkate alırsak en son olan en büyük maliyet taşıyanıdır denebilir. Buna rağmen kompleksli aya ilişkin sonuçları inceleyen Meclis Komisyon Raporuna göre (2012 tarihli) 1997-2012 arasında ekonomik maliyet yaklaşık 300 milyar dolara ulaşmıştır. Dönemin tepedeki komutanının 1999’da bir MGK toplantısında Bülent Ecevit’e “28 Şubat Kararları gerekirse bin yıl daha devam edecek” sözlerini çekinmeden kullanması büyük lokma ye ama büyük laf etme ata sözünün hayata geçmesine neden olmuştur.

Mevzu bahis dönemde yapılmaya çalışılanları 12. yüzyılda Moğol istilalarında yapılanlarla karşılaştırmak uygun düşer mi bilinmez ama sermayenin (yeşil olanı) zayıflatılmaya çalışıldığı, ideolojik olarak ayrıştırıldığı, sadece bürokrasi ve toplumun değil işadamlarının da “maskelerin arkasına saklanarak” iktisadi faaliyet yaptığı bir irrasyonel ekonomik zihniyetin bu süreçte hortladığı söylenebilir. Üst kademe komutanların uzlaşısı ile ortaya çıkan ve başbakanlık kanallarının kullanılarak yönetildiği bu uygulamalara direnç gösterenler sürgüne, görevden uzaklaştırılmaya, işten el çektirilmeye veya iktisadi alanın dışına itilmeye mahkum edilmiştir.
Bu arada kendisi de bir başka darbe (1960) ürünü olan OYAK bu konuda ilginç bir örnek oluşturmuştur. (İlginç biçimde bu örnek oluşturma mevzuu, yaşanan onca kabus gibi gelişmeye rağmen tam gaz kesintisiz devam ve temadi etmektedir) 28 Şubat öncesi iktisadi faaliyet hacminde doğru düzgün sıralamaya bile giremeyen ama 2000 yılında 4,9 milyar dolarlık ciro elde eden bu yardımlaşma (!) kurumu, nerdeyse yüz yıllık sanayi devleri Koç ve Sabancı Holding’den sonra üçüncü sıraya yükselmiştir. Nitekim 2001 sonunda (Türkiye’nin tarihinde yaşadığı en derin kriz yılı) Sabancı Holding’in net kârı 120 milyon TL iken OYAK’ın net kârı 594 milyon TL olarak açıklanmıştır. Ekonomik krize rağmen karını 3 kat artıran kurum dört nala yoluna devam ederken TCMB rezervleri Şubat 2001’de bir haftada 5,5 milyar dolar azalmıştır.
Bu cüce ayın faturası olarak sayılabilecek ekonomik etkiler kabaca şöyle sınıflandırılabilir: Kamu Kaynaklarının Kullanımında Etkinsizlik; Kamu Açıklarının Finansman Sorununda Artış; Faiz Oranlarının Yükselmesi; Ekonomik Büyümenin İstikrarsızlaşması; Yabancı Sermaye Girişlerinin Azalması; Finansal Sektörün Bozulması; Anadolu Sermayesinin Engellenmesi; Beşeri Kaynakların Üretkenliğinde Zayıflama; OYAK’ın Ekonomik Gücünde Artış ve 2001 Krizinin Alt Yapısını Oluşturması vb.
Bu dönemden kalan ilginç hatıralar arasında bir seçki yapacak olursak dönemin etkili isimlerinden Güneş Taner’in ifadelerinden başlayabiliriz. Taner’in IMF’den alınan kredilerin bankalara aktarılması şeklindeki yanlış uygulamaya yönelik eleştirisi şöyle olmuştur:
“Ben itiraz ettim. Mesut Bey’e dedim ki Mesut Bey, bu paranın tebahhur etmesi yani batık olan bankaya para koymak demek, paranın yok olması demek. Ne olacak? Bu 40 milyar doları alacaksınız, Ziraat Bankasının, Halk Bankasının sermayesini yükselteceksiniz, 20 milyar dolar birine koyacaksınız, 40 milyar dolar birine koyacaksınız, bankalar arası mevduat vasıtasıyla likidite sağlamak için bu para girecek, bizim ekonomideki sıkıntımız ne? Likidite. Ama ben bunu kalkıp da Cavit Çağlar’a, bilmem neye, bu para yüksek faizli masrafla şurada burada, nereden gidecekse, adam buradan alıp da 5 milyon doları kendisine vermiş, atıyorum, bir şirket koymuş, ona 5 milyon dolar vermiş. Bizim 5 milyon dolar gitti. Sonra da şirket bitti”
28 Şubat’a giden yolun yapı taşlarının dizildiği 1994 krizi sonrasında özel büyük sanayi kuruluşlarının faaliyet dışı gelirleri % 54,6’ya yükselmişken 1998’e kadar diğer faaliyet gelirleri %50’nin altında kalmıştır. 1998’de %87,7 olan bu oran 1999, 2000 ve 2001 yıllarında sırası ile %219, %114 ve %547 olmuştur. Ardından 2001’den itibaren başlayan normalleşme ile şirketlerin üretim faaliyeti dışı gelirleri azalmaya başlamış, 2002 için kar ve zarar toplamındaki payları %113,2’ye, 2003’te %71,8’e düşmüştür.
Yine Güneş Taner’in ifadelerine göre, Ülker grubunun teşvik almak için hazineye başvurusunun onaylanmaması için Genel Kurmay’dan bir albay istekte bulunmuş, bunun üzerine Çevik Bir’i aradığında Ülker’in irticacı olduğunu, aynı zamanda maçlarında Türk Bayrağı’nı göremediklerini söylediğini aktarmıştır. “Maçta bayrak olursa sorun ortadan kalkar mı?” sorusuna, Çevik Bir “evet” cevabı vermiştir. Ülker bir sonraki maçında stadyumu bayraklarla donatır ve tekrar Çevik Bir’i arar. Çevik Bir tarafından çekincenin bittiği söylenir.
Kuşkusuz irrasyonel hariçten gazel okumalar bununla kalmamıştır. Çevik Bir bu kez Atatürk posteri olmadığına işaret etmiş, Güneş Taner “Dünyanın neresinde böyle bir şey var?” diye sorduğunda ise amacının “üzüm yemek değil bağcıyı dövmek” olduğunu ifade etmiş, ardından teşvik belgesi imzalanmıştır.
Manzaranın bizatihi TSK yönü ise benzer şekilde trajiktir. 1990-2011 arasında 1235 personelin TSK ile ilişiği kesilmiş, 1043 kişi “irticai faaliyet” gerekçesiyle ordudan uzaklaştırılmış, 395’i subay, 648’i astsubay düzeyindeki personel bu linç eylemlerinden nasibini almıştır. Sadece 4 asker “yıkıcı örgütlerle bağlantı” gerekçesiyle ihraç edilmiştir.
Akademi de hınç operasyonlarından kurtulamamıştır elbette. İnönü Üniversitesinde 2001 Mayıs ayında Rektör Fatih Hilmioğlu Prof. Şener Dilek hakkında idari işlem yapılmasını talep etmiş YÖK Disiplin Kurulu Kararı ile de kamu görevinden çıkartılmıştır. İstanbul Üniversitesi’nde Doç. Dr. Sevgi Kurtulmuş’a “kılık-kıyafet yönetmeliğine uymaması” gerekçe gösterilerek hakkında açılan disiplin soruşturması sonucunda “uyarma” ve “iki yıl süreyle kademe ilerlemesinin durdurulması” cezası verilmiştir. Komisyon üyelerinin çoğunluğunun kıyafetin yönetmeliğe aykırı bir özellik taşımadığı yönünde görüş bildirmesine rağmen, Sevgi Kurtulmuş’un üniversite ile ilişiği kesilmiştir. Selçuk Üniversitesi Meram Tıp Fakültesinde, Kılık Kıyafet Yönetmeliğine uymama gerekçesiyle 24 Hemşireye kamu görevinden çıkarma cezası verilmiş, Ondokuz Mayıs Üniversitesinde 223 öğrenciye uyarma, kınama ve okuldan uzaklaştırma cezası uygun görülmüş, Pamukkale Üniversitesinde 20 öğrenciye kınama ve uyarma cezası uygulanmıştır. Görüldüğü gibi sadece akademisyenler değil aynı zamanda öğrenciler de Şubat’ta ayazda bırakılmıştır.
Diğer yandan yine bir 27 Mayıs ürünü olan Oyak fabrikalarının 1985-1998 arası toplam çimento satış payı ortalama yüzde 13,4 iken 1998’de bu oran yüzde 18,8 seviyesine ulaşmıştır. Tarımsal faaliyet yapan Hektaş’ın sektör payı ise yüzde 18-20 arasında değişmiştir. Bu yardımlaşma (!) kurumu, 1980’lerin başında krize giren otomotivdeki iki şirketini 1984’te Ziraat Bankası’na devretmiş, inşaat sektöründe kendine bağlı dört şirkete Emlak Kredi Bankası 1985 yılında ortak olmuştur. Oyak İnşaat’a 1995 yılında yüzde 25 hisse ile ortak olan SSK, OYAK’a 2 milyon 544 bin dolar ödemiş ve SSK’nın bütün inşaat işlerinin Oyak İnşaat bünyesinde ve yüzde 1 tenzilatla yapılması konusunda mutabakat sağlanmıştır.
Normal kazançların ötesinde OYAK’ın SSK ihalelerinden ek kazançlar sağladığı yine Meclis komisyon tutanaklarında yer almıştır. 1999’da dönemin fiyatlarıyla 17 trilyon tutan 9 SSK inşaatı yüzde 1 ve 6,5 tenzilatlarla Oyak İnşaat’a verilmiş, o da bu işleri yüzde 23,24 tenzilat ile taşeronlara devretmiştir. Aradaki 2 trilyon 443 milyar lira SSK’dan çekilip Oyak İnşaat’a aktarılmıştır. Şayet ihaleye başka şirketler girebilseydi maliyet yüzde 30 azalabilecekken bu fırsat kullanılmamıştır. Finans alanına da el atan bu dayanışma (!) kurumunun ticari bankalarda batık kredi oranı Mart 2001 de % 3,9 iken Oyak Bank’ta %12,7’e yükselmiştir. Nitekim Oyak Bank keyfî kriterler kullanılarak kurtarılmış ardından TMSF’den Sümerbank’ı alarak sektörde büyümeye devam etmiştir.
Dönemin OYAK Yönetim Kurulu Başkanı Selçuk Saka, Sümerbank’ı “satın alma bedeli olarak bütün tahminlerin aksine sadece 50 milyar TL gibi sembolik bir para ödemiş olduğumuzu bu vesile ile bildirmek isterim“ demiş ve “Değerini bu açık metinde rakam olarak belirtmeyi uygun görmediğim menkûl ve gayrimenkûlleri olan Sümerbank’ın 4,5 aylık faaliyet sonunda bırakacağı kâr, diğer 25 iştirakin toplam kârına eşit hattâ üzerinde bir rakam olacaktır” diye de eklemiştir.
Şubat fırtınasının finansal rant mekanizmasının TSK bağlantılı açık bir bağlantısını oluşturan Oyak Bank’ın 2000 yılı zararı 8,6 trilyon TL iken Sümerbank’a 27 trilyon sermaye ekleneceği açıklanmış, Sümerbank-Oyakbank birleşmesinden sonra bankanın 2001 yılı kârı 167 trilyon TL olarak açıklanmıştır. Yani masraflarının kat be kat üzerinde kâr elde edilecek Sümerbank kelepir bir fiyata OYAK’a devredilmiştir
Sonuç
28 Şubat, yapısal kırılmalar yaşayan bir ülkeye ideolojik dayatmalar içermesi bakımından ilginç bir dönem olarak “bin yıl devam etmese de 20 yıla yakın bir dönemde etkili olması bakımından bir hayli kaotik bir zaman dilimi olarak tanımlanabilir. Üç büyük ekonomik krizin (1994, 1999, 2001) tetiklenmesinde TSK’nın iktisadi ve siyasi hayata müdahalelerinin etkin olduğu açıktır. Bu krizlerin bir sonucu olarak cumhuriyet tarihinin en yüksek işsizlik, enflasyon, faiz ve kur riski ile bu dönemde karşılaşılmıştır. O ana kadarki dönemde 12 Eylül’ün ardından en yüksek insan hakları ihlalleri bu dönemde ortaya çıkmıştır. En büyük kamu borcu, kamu açığı ve kamu etkinsizliği de bu dönemde belirgin hale gelmiştir. Dış ticarete, dünya pazarı genişlerken büyümeye çok cılız etki potansiyeli ortaya çıkmıştır. Hepsinden önemlisi sosyal tansiyon en fazla bu dönemde yükselmiştir.
Bu trajik, dramatik ve irrasyonel dönem, Türkiye ekonomi politiği için tamamen kapanmış sayfaları mı oluşturmaktadır? En can alıcı soru ve en acınası tablo işte burada ortaya çıkmıştır. Maskelerin arkasına sığınarak ve toplumu ayrıştırarak elde edilen finansal rant mekanizmaları, 2010’lara kadar sürecin etkilerinin önemli oranda devam ettiği varsayılacak olursa, bu tür bir keyfi zihniyet tamamen sona ermiş midir? Kredi mekanizmalarının keyfiliği, iktisadi kurumlara rant kollama amaçlı çökme, insan hakları ihlalleri, sosyal tansiyonun artması gibi gelişmeler 2010 sonrası dönemde minimuma inmiş midir? İfade özgürlüğü gibi en temel özgürlük alanı başta olmak üzere bireysel hak ve özgürlükler artık sınırsız biçimde yaşanmakta mıdır? Keyfimin ekonomisi olarak ortaya çıkan mekanizmalar artık rasyonel bir zeminde mi icra edilmektedir?
Tarihi olayların, ibret alınmadığı için birbirini sürekli tekrar ettiği gibi acınası bir gerçeklikle yüz yüze kalma potansiyelinin çok yüksek olduğu iktisadi ve siyasi düzeneğin çözümlemek zorunda olduğu temel sorular bunlardır.
Daha geniş bilgi için bkz. https://www.seckin.com.tr/kitap/28-subat-ve-17-aralik-surecinin-ekonomi-politigi-ersan-sever-mehmet-dikkaya-s-p-816694134