Engin ve müthiş buhranlı günlerinden biriydi. Yaşı on sekiz mi on dokuz muydu tam hatırlamıyordu. Rüzgarlı bir gündüzün gecesinde sahilsiz nihayetleri hayal ediyordu. Daha doğrusu hayal etmiyor, yaşıyordu. Buhranın müthişliği ve enginliği de bundandı. Hayalleri, az süren rüyalara benzemediği gibi, hayal anında kendi kendine konuşması da sayıklamasına hiç benzemezdi.
Hissiyatı ne mesut ne meyus idi. Efkarını tanımlayamayacak ve tanımayacak haldeydi. Bu güne kadar para için değil ilim için uğraşmıştı. En nihayetinde sade, ahmak ve buhranlı biri olmuştu. Kapandıkça kapandı, kapattıkça kapattılar ve nihayet sonunda ilmini de iflas ettirip cahilliğini itiraf edecek ruh haletine girdi. Artık hem düşünmüyor, hem düşünmemeyi istemiyordu. Düşünmeden oturmaktan, otururken düşünmekten tamamen vazgeçmişti.
Aşkın ve ölümün korkusunu ve ümidini birlikte yaşayan bir adamın muamması da, esrarları da gizli olurmuş, besbelli. Muamması esrarına sarılmış olan Ölüm ve aşkın her ikisi de insanın ruhunda, kafasında ve gönlünde yıldırım tesiri yapar, biliyorsunuz. Tıpkı kin ve arzunun yaptığına benzer bir etkidir, bu. O konuşurken söz söylerken akıllı mı akıllı fakat davranırken hareket ederken deli gibi olurdu. Matem dolu karanlık gözleri bir gün parlayacakmış gibi bakardı da kimse fark etmezdi. Bu onun bir kaderiydi fakat asla tesadüf değildi. Yani iyi başlayıp fena, fena başlayıp iyi bitirmeleri niyetleri değil kaderleri olmuştu, ne hikmetse.
Onun kimsenin malum olmadığı bir sırrı bir ızdırabı vardı sanki. Keder verici akisleri vardı ama kimseler görmüyordu. Yalnız bir hırıltı gibi, bir sayıklama gibi bir ses çıkarırdı, bazen; “İnsanları sevmeyi bilmedikleri için sevmiyorum” derdi. Kendi içinde esen rüzgar bu hırıltıyı çıkarıyor, bu sayıklamayı etrafa yayıyordu. Onun esrarını bozan tek şeyde buydu. Fakat yine de içindeki siyahlığın, karanlığın sırrını kimseler çözemiyordu. O ölümün içinde yürüdüğünü, ölümün içinde yaşadığını biliyor ve bildiği için de ölüm gibi sır, ölüm gibi esrarlı perde çekmişti yaşayan canlılara. Hatta bazen kim ölü kim canlı diye sırlı perdeyi kaldırır diğer tarafa bakardı, fakat oda onlardan ürker, perdeyi kapatırdı.
Onun bu halini hüküm vermek için kuru akıl yetersiz kalırdı. Peki, “yaş akıl” neydi ve nasıl olmalıydı? O gece yine bir rüya gördü; gündüz ölüp tabuta konan kadın, gece dirilip mezarından çıkar ve karşılaştığı ilk canlının kanını emer. Sabah güneş doğarken tekrar mezarına girer. Gündüz mezarlığa gelenler o kadının mezarının kan kırmızısı olduğunu görür korkup kaçarlar… Rüyadan uyandığında o hayalet sırlı perdenin de renginin kızıla döndüğünü gördü. Sonra hırıltılı bir ses, sayıklar gibi bir ses çıkardı ve dedi ki; “o ölen kadın ben miyim acaba?” Ne engin, ne müthiş bir buhranlı yalnızlık! Ne sihirli, ne kudretli buhranlı yalnızlık ! Demek ki tabiat alimleri de yalnızlık buhranı çekermiş. Her şeyi inkar edecek kadar, saati ve dünyayı durduracak kadar yalnız kalmak, yekpare bir yalnızlığın ilk yaratıcısı olmak ona kısmet olmuş gibi sırlı perdede kendine gülümsedi.
Kendini sonsuz aşk dağının zirvesinde gören yekpare yalnız, dizlerinin üstüne çöktü, çökerken sırlı perdeyi de çekti ve sırlı perde yırtıldı ve gördü ki, halen sonsuz aşk dağının eteklerinde bulunuyor, engininde değil. Ellerini yüzüne kapattı hıçkıra hıçkıra ağladı. Yanaklarından gözyaşı sel oldu, yağmur oldu aktı ve o an bir kayık geldi. O sel suyunda o yağmur suyunda yüzmeye başladı. Yekpare yalnız kayığa bindi. Bilinmez sonsuz ufuklara doğru gitti ve bir süre sonra ufukta görünmez oldu…