Eski dünyanın Tanrıları, yıkılmış tapınakların gölgesinde sessizce ölmüştü. Ancak yeni dünyanın çürük mabedinde yankılanan “Tanrılar ölmez!” nidaları, ironik bir şekilde kendi sessizliklerini büyütüyordu. Eski dünyanın talihini kaybetmiş insanlığı, şimdi şans topunun metalik şıngırtısında yeni bir kader arıyordu. Bu ses, paranın tahtına oturtulduğu bir dünyanın ilanı gibiydi: “Ben Tanrıyım!” diyordu. Para, artık piyasanın yeni mabudu ve yeni dünyanın dokunulmaz ilahıydı.
Piyasa mabedinin Tanrısı olan para, krizlerin ve kaosun ortasında tek hakimdi. Mabet her ne zaman boğucu bir sessizlikle dolsa, bu Tanrı şiddetli fırtınalar estirir ve bu fırtınalara “Kin Çizgileri” adı verilirdi. Bu kin, Tanrıların hayalperest aklı ile kulların acımasız gerçekleri arasında büyüyen zehirli bir yarık gibiydi. Eski dünyanın Tanrıları, kulların hakikatleriyle savaşırken; yeni dünyanın mabudu, bu savaşı kendi şıngırtısında boğuyordu.
Tanrıların yalanları, kulların hakikatleri tarafından hep kovalanırdı. Bazen Tanrılar bu kovalamacadan yorulup inzivaya çekilir, bazen de kullar yalanlara tahammül edemeyip isyan ederdi. Ancak bu amansız çatışmanın sonu belliydi: Ya Tanrılar ya kullar ya da her ikisi birden intiharı seçecekti. Bu trajik hikâyenin ortasında kin, bir yanardağ gibi patlıyor; nefret ve çaresizlik, dünyayı saran bir yangın halini alıyordu.
Tanrıların kullarına yabancılaştığı, kulların Tanrıları unuttuğu bir dönemde, dünya ve ahiret arasındaki köprü yıkılmıştı. Yeraltındaki karanlık mağaralar, çıkışsız bir cehennem gibi terk edilmişti. Gökyüzündeki yıldızlar, nar taneleri gibi dağılmıştı; ancak artık ışık saçmıyordu. Yeryüzü, Tanrıların kibirli sessizliği ile kulların korkulu suskunluğu arasında devasa bir boşluğa dönüşmüştü. İlgisizlik, tüm varoluşu bir taş gibi ağırlaştırıyordu.
Kullar, peygamberlik yaşına geldiklerinde Tanrılarla konuşmak istediler; ancak Tanrıların dili bağlanmıştı. “İkra” diyecek bir ses, ne göklerde yankılandı ne de kalplerde duyuldu. Tanrıların suskunluğu, kulların dillerini de bağladı. Şehir meydanları, mabetler ve pazar yerleri; dilsiz, ruhsuz heykellerle doldu. Bir zamanlar ilahi telkinlerin yankılandığı tapınaklar, şimdi yalnızca soğuk rüzgarların taşıdığı sessizlikle doluydu.
Sonunda bir gün, Tanrılar kullarını, kullar Tanrıları kefenlere sardı ve musalla taşına yatırdı. Yeni Tanrı, şangırtılarıyla geldi; cenaze namazını ne bir sela verdi ne de bir cemaat topladı. Sessiz bir veda ile eski Tanrılar ve kullar, bilinmeyen diyarlara gömüldüler. Yeni Tanrı, ayağındaki takunyası ve elindeki defiyle yeni kullar aramaya çıktı. Kendi mabedinde, kendi suretine taparak kırk gün kırk gece kendi tanrılığını ilan etti. Oradan çıktı ve yeni bir düzlüğe indi. Artık her şangırtı, yeni mabetlerin ve yeni secdelerin habercisiydi.
Bütün dünya, bütün evren, şangırtının yankılandığı her yeri kıble bildi. Seslerin geldiği yeni mabetlere dönen başlar, yeni Tanrıları selamladı. İnsanlık, şimdi yalnızca sesin peşinden sürükleniyordu. Ancak bu sesin altında, kin çizgileri karanlık bir fırtına gibi belirginleşiyor; eski dünyanın hatalarından ve yeni dünyanın kibrinden doğan bu kin, dünyayı ve insanlığı büyük bir bilinmezliğe sürüklüyordu.
Artık ne hakikat bir yol gösterici ne de yalan bir aldatmacaydı. Kin, hem hakikatin hem de yalanın ötesine geçmiş, dünyayı kaplayan tek gerçeklik olmuştu. İnsanlık, kendi yarattığı Tanrılarla ve unuttuğu hakikatlerle yüzleşemeden, kendi suskunluğu içinde kayboluyordu. Ve böylece dünya, bir varoluş çığlığından çok büyük bir hiçliğin yankısı olarak kalıyordu.