İktisadın pozitifleştiği çağda sanat eserlerinden iktisâdi tahlil çıkarma usulü, Türkiye’de Sabri Ülgener ile başlar. İnsanı birey olarak iktisâdi analize çekmek anlamına gelen bu yöntem, çok da kolay değildir. Bir başka söyleyişle “pozitif iktisadi gerçekliği” araştırmak rakamlarla oldukça kolay olmasına rağmen insanın ideal iktisâdi gerçekliğine ulaşmak o kadar kolay değildir.
İktisat, bireyin ideal gerçekliğinin piyasadaki realitesinin teorik adıdır. Sanat, işte bu ideal ile gerçekliğin arasında estetik bağlantının kurgulanmasıdır. Soyutlama ve kurgunun bir arada ele alınmış olması aslında insanın somut davranışından başka bir şey değildir. Bu bağlamda sanat (roman, şiir); “somut-kurgu-soyut” üçlemesinin iç içe geçmesidir.
Tanpınar’ın en çok tanınan ve okunan eserlerinden olan Saatleri Ayarlama Enstitüsü, bu yönüyle gerek tarih gerek sosyoloji ve gerekse iktisat ve siyasetle bu üçlemeyi bir olgu olarak okuyucunun önüne koymaktadır. Dolayısıyla Tanpınar’ın bu eserini “insan-eşya-iktisat” ve “insan-kurum-iktisat” ile ayrı ayrı ve birlikte ilişkilendirerek ‘disiplinler arası’ bir sosyal bilim eseri olarak analiz edilebilir. Bu cümleden hareketle denilebilir ki, matematikte eşitlik, hukukta adalet, iktisatta denge ne ise zaman ilminde de “saat ayarı” böyle bir disiplinler arasının romandaki karşılığı olur. Bu anlamda saat ayarı, her bir akademik ilmin kendi terminolojisindeki farklı karşılıkları bulmuş ve romanda ise bütün estetiği ile bu karşılıklar gizlerek sergilenir.
Tanpınar, bir ölüden (Halit Ayarcı) kalan hatıraya bakarak onun bir mucit veya kâşif olarak nitelerken Hayri İrdal’i sünepe olarak niteler. Tanpınar, iki kahramanındaki bu farkı da kaderin her bireyde farklı tezahür etmesi olarak değerlendirir. Sonra bir girişimci gibi Halit Ayarcı’nın kafasındaki fikrin soyut olarak nasıl tutuştuğunu, daha sonra ise bu soyut fikri nasıl hayatta geçirerek somutlaştığını belirtir. Tanpınar’ın bu ifadelerinden anlaşılıyor ki “Saatleri Ayarlama Enstitüsü” bir girişimci gibi piyasada saatleri ayarlayacak bir kurumun olmadığını Halit Ayarcı keşf etmiş ve sonra bu boşluğu doldurmak için böyle bir enstitü kurmuştur.
Bu sosyal keşfi, piyasa realitesinin veya kurumsal iktisadın ilk adımı olarak görmek Tanpınar’ın romanındaki önemli ve son derece dinamik iktisâdi mitlerden bir diğeridir. Sünepe Halit’in “sefalet-ikbal” merdivenlerini çevik ve çalak (hızlı) çıkışı bir anlamda kurumsal karar vericilerin “sadakat-liyakat” yöntemlerinden hangisiyle merdivenleri çıktığının da habercisi olur. Daha açık bir ifade ile piyasa keşfi yaratan liderin (Ayarcı’nın) geliştirdiği birim (firma) enstitüsü, iktisâdi anlamda bir kurum olur ve İrdal’ı istihdam ederek piyasadaki alacaklılardan kurtarır ve onun saadet dolu bir hayata doğru yönelmesini sağlar.
Piyasa yatırımının istihdam yaratıcı olgusunun açık ve net ifadesi romanın iktisâdi yönünün bir başka boyutudur. Ayrıca yaratıcı zekâ ile sünepe akıl arasındaki farkın piyasadaki konumunu da gizliden gizliye ortaya koyar. Bu iktisadi kurumun piyasada işsizliğe (s. 13) bir çare oluşu da romanın iktisâdi hayatla ne kadar iç içe olduğunu göstermektedir. Bu iktisâdi enstitünün şubelerine, zamanı anlatan kavramların (yelkovan şubesi, akrep şubesi vs.) ticari unvan olarak verilmesi oldukça anlamlıdır. Bu anlamda her şube ismi, sadece ticari unvan olarak kalmaz, birer üretim faktörü olarak zamanın hammaddesi olur ve zamanın üretim-tüketim sürecinin iktisâdi dengesi, iktisâdi birimin doruklaştırma sorunu haline gelir. Bu anlamda her iktisâdi şubenin ürettiği eserler (Lodos Rüzgârlarının Kozmik Saat Ayarları, Saat ve Psikanalizm vs.) üst kurum, ‘Saatleri Ayarlama Holdingi’nin çağdaş piyasadaki üretiminin küçük işletmeleri olarak görülmelidir. Zaman üretim fabrikasının denetim kurumu olan “Saatleri Ayarlama Enstitüsü” zaman ekonomisinin ilk iktisadi birimi gibi durmaktadır. Buna ilaveten her ne şartta olursa olsun bir maliyeci gibi nakdi ceza uygulaması bu kurumu devlet kurumu haline getirir.
“İşsizlik” kavramının, romanın birinci bölümünün ilk paragrafına konulmuş olması, kitabın iktisadi kodlar içerdiğinin ilk habercisidir. “İşsiz olduğu için mi Edirnekapı veya Şehzadebaşı kahvelerinde günlük gazeteleri hatmetti; yoksa bu kahvelerde gazete hatmettiği için mi işsizdi.” cümlesi, istihdam kavramının teorik tartışmasının klasik dönemine bir pencere açmış gibidir. Yine “Saatleri Ayarlama Enstitüsü’nün” bu işsizliğin bir nebze de olsa giderilmesi için mi kurulduğu, bilinmezliğini korurken, romanda “ilk iktisâdi mit” olarak okuyucunun karşısına çıkıyor.
Romanın önemli kahramanlarından Hayri İrdal’ın “benlik” davasının olmaması, klasik dönemin iktisâdi mitleri içerisinde yer almayan “ben” kavramının olmamasıyla karşılaştırılınca, romanın klasik iktisatla bağlantısının basit göstergesi olarak kullanılabilir. Bununla beraber, romanda Şeyh Ahmet Zamani Hazretleri’ne ve güneşe bakarak namaz saatlerini bilen Muvakkit Nuri Efendi’ye atıfta bulunulması neo-klasik iktisadın dönemsel analizi ve Marksist ekonominin “işgücü-zaman” tartışmasını akla getirmektedir.
Saatte Ayar İktisatta Denge
Romanın ikinci kahramanı Halit’e soyadı olarak “Ayarcı” isminin konulması son derece manidardır. İktisadın önemli kavramlarından olan “denge” kavramının yerine “ayar” kavramının kullanıldığı düşünülürse romanın ilk iktisadi motifi göze çarpar. Özellikle “zaman” ve “ayar” kavramlarının, iktisatta, dönemler arasındaki birey-birim dengesinin tartışıldığı iktisadın neo-klasik dönemini akla getirmektedir. Alaturka saat ayarı veya alaturka zamanın işaretleri olan Şeyh Ahmet Zamani, Halit Ayarcı ve Muvakkit Nuri Efendi neo-klasik iktisat ilkelerinin Türkiye’de ilk işaretlerini verdiği hemen fark edilmektedir. Yine Türkiye’nin “Greenwich zaman” veya “Alafranga zaman” ayarına geçişi, Türkiye’nin, planlı dönem iktisat politikalarının (1960), iktisâdi dengelerine geçiş sürecine rastlamış olması oldukça dikkat çekici bir olgudur. Bu ilk tespitlerin ardından veya hemen sonrasında Van Humbert isimli bir yabancının romanın ilk sayfalarında anılması, Türkiye’nin iktisat politikalarının (Batılılaşma) çizgisinde Greenwich zamana veya Alafranga iktisat politikalarına önem vermesinin doğal kaynağı gibi algılanmalıdır.
Alaturka saatten Alafranga saate geçişe bakıldığında Tanpınar’ın, Saatleri Ayarlama Enstitüsü için klasik Osmanlı iktisadından neo-klasik Batı iktisadına geçişin romanı denilebilir. Zamanın dervişçe yönetiminin hâkim olduğu dönemin “Halit Ayarcı” mahlasına gizlenmiş olması, batılı Van Humbert’e değil topluma verilmiş bir uyarı olarak kabul edilmelidir. Yani Şeyh Ahmet Zamani’nin mezarının aranması aslında ölen veya yıkılan Osmanlı’nın mezarının mı aranmasıdır? Daha açık bir ifadeyle aranan türbe mi, zaman mı, yoksa yıkılan Osmanlı’nın mezarı mı yoksa, yeni kurulan Cumhuriyet’in iktisat politikası mı veya iktisatta zaman mı, bilinmez ama kurgulanabilir.
Romanın hemen ilk on sayfasında rastlanan bir iktisadi mit daha vardır. O da şu cümleye gizlenmiştir; Veblen’in “Şöhret, afet olduğu kadar da vesile-i rahmettir” (s. 9). Bu cümlede Veblen’in Aylak Sınıf Teorisini, hatırlatıyor. Bu bağlamda Tanpınar’ın edebi bir üslupla yazdığı bu cümlenin, iktisat bilgisi olan her okuyucuya Veblen’i hatırlatacağı açıktır. Yine, “aşçı-kalfa” söyleminden “villa saati” kavramına ulaşılmış olması belki de zaman yönetimiyle “gösterişli tüketim” ilişkisinin, Türkiye’deki ilk işaretine bu ro-manda karşılaşıldığı fakat aylak sınıfının da bazen kendi kahvesini kendisinin yaptığı oldukça naif bir şekilde anlatılmıştır.
“Biz kendi âleminde yaşayan insanlarız. Her şeyimiz kendimize göredir” (s. 9) cümlesi batılı Van Humbert’in gelişine bir baş kaldırış olarak değerlendirilebilir. Daha açık ifadeyle ona biz milli ekonomi politikasıyla kalkınmayı amaçlıyoruz demek istemiş ve bu cümleye de sanki yerel kalkınma politikasını gizlemek istemiştir. Buna ilaveten onu kendi insanını denetlemeye gelmiş gibi görüp, özellikle üretim ve tüketim kültürünü ve zamanı, nasıl yöneteceklerini batılı bu aydına esrarlı bir şekilde anlatmaya çalıştığı şeklinde yorumlanabilir.
Bu arada Tanpınar’ın “Doktor Turgot” ismini (s. 14) kullanması oldukça ilgi çekicidir. Bu isim iktisat teorisinde önemli bir şahsiyet olan Fizyokrat okulunun kurucusu Dr. Turgot olabilir mi? Şayet bu Dr. Turgot iktisatçı Turgot ise romanın iktisâdi motifi, romanın neşredildiği yıllardaki tarım sektörünün önemine işaret etmek için olabilir mi? Ayrıca Necker ve Schacht’ın (s. 14) Avrupalı meşhur bankacılar olması tesadüf olarak değil, şuurlu bir şekilde seçildiği düşünülürse romanın bir iktisat romanı olması temellerinin atılmaya çalışıldığı kesindir. “Para işlerinde memnuniyetsiz halkı” (s. 14) cümlesiyle bu ünlü Batılı bankacıların isimlerinin aynı sayfada olması rastlantı olamaz. Yine romanın neşredildiği 1954 yılı düşünüldüğünde paranın yönetimi için bankacılığın gelişimine işaret edildiği akla gelir. Bu basit ve biraz kapalı cümle dahi romanın iktisatla ilişkisini açık ve net bir şekilde kurmaktadır.
Saat-İnsan- iktisat İlişkisi
Saat ayarı farkı kurumsal bütçeye, gelir elde eden bir olgu olarak okuyucunun karşısına çıkar. Aslında bu bütçe açıklarının kapatılmasında “ayar” cezalarının uygulanması bir anlamda romanın toplumsal, iktisadi ve siyasal boyutunun göstergesidir. Daha sonra saatin türselliğiyle, sahibi arasındaki duygusal ilişkisi anlatılarak, saatin sahibiyle, gün boyu yaşantısının saatte nasıl temessül (benzeşme/yansıma) ettiğinden ziyade, insanda saat ayarının temessül edilişi vurgulanmak istenir. Böylece ayarsız saatten, açık bütçeye uzanan süreç “saat-insan” ilişkisini “denge toplum” ilişkisine taşımıştır. Bu süreç bir anlamda “neo-klasik iktisattaki, birey dengeye gelirse toplum da dengeye gelir” var-sayımından hareketle, saat ayarı sağlanırsa insanda dengeye gelir, insan dengeye gelirse toplum dengeye gelir varsayımına götürür. Hatta yazarın, “saat-insan” benimsemesi ve uyumunu veya dengesini daha da genişleterek, bütün bir “eşya-insan” benimsemesine ve uyumuna taşıdığı söylenebilir. (s. 16) Bu genişlemeye aynı yaklaşımla bakıldığı takdirde iktisadi manada “eşya-insan” ilişkisine götürmeyeceğini söylemek iktisadi diyalektiğe ters düşmek demektir.
Saat türlerinin bireyin günlük hayatına yaptığı etkiye benzeyen bir etkiyi bireyin kıyafetinin değişmesine de yaptığı görülür. Yani eski şapkanın (veya elbisenin) değiştirilmesin de tıpkı saat türlerinin bireyde yaptığı etki gibi bir etki yapar. Bireyde yarattığı bu etki romanda psikolojik “saadet” (s. 16) olarak ifade edilmiştir. Halbuki bu etkinin tüketim alışkanlıklarının değiştirilmesiyle ortaya çıkan bir etki olduğu düşünüldüğü takdirde bu etkinin iktisat terminolojisinde adının saadet değil, iktisadi haz olarak nitelendirildiği görülür. Bu husus birey-eşya ilişkisinde bireyin ‘benlik’ dışına itilmesi olarak görülmeli ve bu yaklaşım da yine tüketim kalıbının değişmesi sonucu bireyin bireyselleşmesi olarak değerlendirilmelidir. Aynı durum, eve gelen yeni hizmetçiye eski ayakkabının verilmesinde de görülür. Yani hizmetçi yeni ayakkabıyı giyince eski alışkanlığı değiştirir ve böylece kendinde yeni bir kendi doğurur. Bu yeni benliğini zamanla kendi öz benliği olarak görür ve “ben” olma sürecini doğuran eşya-insan ilişkisi böylece doğmuş olur. Yine banka müdürü Cemal Beyin verdiği eski elbisenin uysal ve geçim derdindeki bireyi önce aşka sonra işsizlik sürecine götürmesi de yukarıdaki eşya-insan ilişkisine bir örnektir ki buda iktisat psikolojisindeki eşya-birey ilişkisini teyit eder mahiyettedir.
Eşya-insan ilişkisine ikinci örnek birinciden daha köklü değişimlere neden olur. Halit Ayarcı Enstitü’yü kurunca Hayri İrdal’a bir elbise verir. İrdal elbiseyi giydiği an “değişme, koordinasyon, çalışma tanzimi (burası önemli), zihniyet değişikliği, üst düşünce ve ilmi zihniyet” (s. 17) yaklaşımlarıyla konuşmaya başlar ve artık yeni benliğe bürünmüş bir Hayri İrdal olur. Bu ikinci örnek eşya-kurum-insan ilişkisini açıklayan bir somut iktisadi gerçekliktir denilebilir.
Halit Ayarcı bu eşya-kurum-birey ilişkisini tarihselleştirerek evrenselleştirmiştir. Yalnız sadece bireyin üretim sürecinde kralın veya padişahın verdiği (s. 8) eski eşyayla yeni kimliğine bürünmesini psikolojik olarak görmesi, bireyin iktisadi gerçekliklerini tam algılayamamış olmasından kaynaklanmış olabilir. Şayet, eşya-kurum-birey ilişkisini psikolojik bir keşif olarak gören romancı “Saatlerin psikanalizi”nden (s. 18) korkmamış ve tahlilini derinleştirmiş olsaydı belki de tüketim-üretim ikilisinin yani iktisadın somut gerçekliğine ulaşmış olacaktı*.
Saati geri kalan saat sahibine ceza verilmesi, bütçe-maliye-iktisat arasında bir yakınlık kurdururken saati geri kalanın “ileri düşünüşünün hakkını vermemesi” (s. 19) olarak değerlendirilebilir. Bu husus kendinin sosyoloji bilmediğini (s. 18) itiraf etmesiyle birlikte ele alındığı takdirde siyaset sosyoloğu veya sosyo-psikolog uzmanlarına bu konuda beni aydınlatın mesajını veriyor denebilir.
Romandaki “İnsan yaratılışı tam bir eşitliğe razı olmaz” (s. 18) cümlesi önemli açılımlara müsaittir. Yani bu cümle, insan yaratılışının dengeye razı olması şeklinde yorumlandığı takdirde “saat ayarı-denge” ikilisinden “eşya-denge-birey” üçlüsüne, ora-dan “ayarsız saat-insan-kurum-iktisat” dörtlüsüne, buradan da “eşya-denge-birey-kurum-devlet” beşlisine ulaşılır. Bütün bu ikili, üçlü, dörtlü ve beşli olgu da somut iktisadi gerçeklik sürecinin adıdır. Ayarsız saat suçunun devamlılığının bir nevi kurumsal ilgisi ve bu kolektif (s. 18) ceza sisteminde ticari bir tarafın olması da eşya-denge-birey-kurum-devlet beşlisine nasıl ulaşıldığının açık delilidir.
Ceza indirimine de değinen yazar, bunu bir mevsim sonu indirimine (s. 19) benzetir. Roman okuyucuyu aynı zamanda karikatürist bir iktisat veya iktisadın hicivli bir anlayışla yorumlandığı sonucuna vardırıyor. Bu bile romanı edebi olmaktan çıkarmayıp tam aksine pazarla edebi bir şekilde alay eden “iktisadi komedya” romanına dönüştürmektedir. Özellikle ayarsız saatlere ceza ver-ilmesi noktasında halkın birbirinin koluna girerek (s. 20) güle oynaya hatta kırılasıya gülerek enstitüye gitmesi ve civar şehir halkının ceza işlemini gerçekleştirmek için Demiryolları’nın yeni seferler koyması, eseri pazar mizahını anlatan bir roman haline getirmiştir. Bu nokta da Enstitü’nün bu uygulamasıyla turizm sektörünü de etkilediği söylenebilir.
Kitabın aynı sayfalarında Enstitü’nün ayar ekibi için personel almaya mecbur kalması, işsizlikle Enstitü’nün üstü örtülü olarak nasıl mücadeleye girdiğini göstermektedir. Gerek İrdal’ın gerek Ayarcı’nın fotoğraflarının yabancılar tarafından satın alınması, kurumu bir taraftan uluslararası kurum diğer taraftan fotoğraf satışından gelir elde eden bir kurum haline dönüştürmüştür.
Romanda fakirliğin ahenginden de bahsedilmektedir. Buradan hareketle Doğu kültürünü, kanaat kültürünün doğal neticesi olarak gören yazarın, hürriyeti imtiyaz ve snobizm olarak göstermesi ise yine pazara son derece alaycı bir bakış açısıdır. Romanda bir olgu daha vardır. O da İrdal’ın kendi fakirliği ve refahını şekillendirmesine rağmen toplumsal anlamda piyasaya yani “insani işlere uzaktan bakışı” (s. 23) nedeniyle onun iktisadi değerlendirmelerinin eksik olmasıdır ki bu da romanı iktisadi roman yapmaktan uzaklaştırmaz. Bu arada romancının “iftira ve pazar malıyla giyinme” (s. 26) arasında kurduğu ilişkinin, okuyucuyu nereye götürdüğünü bilmemekle beraber, iktisadi bilen bir okuyucuya “gösterişli lüks tüketim, acı, elem, zevk ve piyasa ahlakı” gibi kavramları hatırlatacağı açıktır. Bu dahi romanın gizemli bir iktisadi tarafının olduğunu göstermeye yeterlidir.