Kalp, insanın en derin, en kutsal vatanıdır. Dış dünyada gezip dolaşan, başarıların, yıkılışların, savaşların ve barışların arasında sürüklenen insan, farkında olmadan asıl ülkesinden, yani kalbinden uzak düşmüştür. Oysa bütün gerçek sefer, insanın kalbine doğrudur. Kalp, ne taş ne de et parçasıdır; o, Tanrı’nın insan yüzündeki mukaddes izidir. Her kalp, bir evrenin küçük örneği; her insan, kendi kalbinin hükümdarı ya da sürgünüdür.
Kalp ülkesinde sınır yoktur; burada coğrafya, arzuların ve inançların çizgileriyle belirlenmez. Bu ülkenin ne kuzeyi soğuktur ne güneyi sıcak. Kalpte yalnız iki iklim vardır: yakınlık (kurb) ve uzaklık (bu‘d). Kalp, Allah’a yaklaştıkça serinler, uzaklaştıkça yanar. İbnü’l-Arabî’nin anlattığı gibi, Allah bir kuluna ma‘rifet indirmek isterse önce kalbine bir “yakınlık serinliği” gönderir. O serinlik, hakikatin nefesidir; insanda sükûnun, huzurun ilk habercisidir.
Fakat sonra o serinlikten bir kıvılcım doğar. Kalpteki sıcaklık, bu serinliğe çarpar, sürtünür, alevlenir. Aşkın ateşi budur. Kalp, o ateşi taşıyabilecek bir mekân değildir; çünkü o ateş ilahîdir, sönmez, eksilmez. Kalp bu ateşi hissettiğinde artık iki hâl arasında yaşar: bir yanı yanar, bir yanı serinler. Sûfîler buna “vecd” derler — yanış ile ferahlığın bir aradalığı. Kalp ülkesinde, acı bile bir nurdur; yakıcı olan, aynı zamanda arıtıcıdır.
Bu ülkenin dili “ah”tır. “Ah mine’l-aşk” diyen derviş, yanışını değil, yanışın içinde bulduğu varlığı dile getirir. Onun “ah”ı bir şikâyet değil, bir şahitliktir. Çünkü kalp ülkesinde her yanık nefes, Tanrı’nın varlığının bir yankısıdır. Sûfî, “ah” ederken aslında Allah’ın kendisinde yankılanan sesini duyar. O ses kimi zaman gözyaşına, kimi zaman vecd çığlığına, kimi zaman da sessiz bir sükûta dönüşür.
Kalp ülkesinde her duygu, bir kapıdır. Korku, şükre; özlem, aşka; acı, teslimiyete çıkar. Bu ülkeye girmek için ne bilgi ne zenginlik gerekir; yalnızca samimiyetin anahtarı. Kim o anahtarı taşırsa, kalbin kapısı ona açılır. Ve orada insan, artık bir ben değil, bir biz olur — çünkü kalp ülkesinde her varlık, Tanrı’ya dönen bir nehir gibidir.
Yeryüzünde nice krallıklar kurulmuş, nice imparatorluklar yıkılmıştır; ama kalp ülkesi hep ayakta kalmıştır. Çünkü onun tahtında merhamet, bayrağında aşk, yasasında hakikat yazılıdır. Kalp ülkesinde hükmeden kudret, insanın ruhunu Tanrı’ya yaklaştıran aşktır. Onun askerleri sabırdır, ordusu şükürdür. Burada zulüm yoktur, çünkü kalp ülkesinde yalnızca Hak hüküm sürer.
Her insan bir gün bu ülkenin kapısına varır. Kimi o kapıyı çalmadan geçer, kimi eşiğinde ağlar, kimi de içeri girip orada kendini bulur. İşte o anda anlar ki, bütün dış seferlerin asıl gayesi iç sefer imiş.
Kalbine dönen insan, Tanrı’ya dönmüştür.
Ve işte o zaman, kalp ülkesinde ezelî bir sessizlik başlar — bir yanışın, bir yakarışın, bir huzurun sessizliği. O sessizlikte yalnızca bir söz yankılanır:
“Ah mine’l-aşk.”
Kalp Ülkesi’nin Siyaseti
Kalp ülkesinin kendine mahsus bir siyaseti vardır. Bu siyaset, yeryüzü krallıklarının siyasetinden büsbütün farklıdır. Burada kuvvetin değil, merhametin hâkimiyeti söz konusudur. Kalp ülkesinde taht, kılıçla değil, sevgiyle korunur; hüküm, korkuyla değil, hikmetle verilir. Bu ülkenin en yüksek makamı “benlikten vazgeçiş”, en asil ordusu ise “sabır”dır.
Nurettin Topçu’nun ifadesiyle “ahlâk devleti” nasıl bir milleti iradenin, fedakârlığın ve iman ahlâkının etrafında topluyorsa, kalp ülkesi de ruhun derinliğinde aynı nizamı kurar. Ahlâk devleti milletin kalbinde kurulur; kalp ülkesi ise insanın içinde bir ahlâk milleti oluşturur. Bu milletin tebaası, tutkular değildir; onlar birer asi unsurdur. Gerçek tebaa, iman, sabır, tevazu, merhamet ve aşktır. Her biri bir vilayet gibidir:
• Sabır, bu ülkenin doğusudur; oradan güneş doğar.
• Tevazu, batısıdır; orada gün batarken insan kendi gölgesini görmez.
• Merhamet, kalp ülkesinin ortasındaki kutsal şehirdir; bütün yollar oraya çıkar.
• Aşk ise başkenttir: Orada hüküm süren yalnız Hak’tır.
Kalp ülkesinin siyaseti, iktidarın değil, teslimiyetin siyasetidir. Burada iktidar, benliğe değil, hakikate aittir. Bu nedenle kalp ülkesinde “emir” yalnız Hak’tandır; insan, bu emri kalbin derinliğinde sezdiği an, artık dış dünyanın yasaları onu bağlamaz. O, nefsin isyanından kurtulup ruhun itaatine ermiştir.
Bu ülkenin düşmanları dışarıda değil, içeridedir. Nefis, kibir, tamah ve kin — bunlar kalp ülkesine sızmaya çalışan karanlık ordulardır. Onlara karşı savaş, dış düşmana karşı verilen savaştan daha çetin, daha kanlıdır. Çünkü bu savaşta kan değil, benlik akar.
Sûfîler bu savaşa “cihad-ı ekber” derler — yani en büyük savaş. Bu savaşta galip gelen, ülkesini zulmetten kurtarır; mağlup olan ise kalbini taşlaştırır.
Kalp ülkesinde barış da vardır, ama bu barış, sıradan bir sessizlik değildir. Bu barış, Hakk’ın hükümranlığını kabul etmiş kalbin iç huzurudur. Kalp barış buldu mu, insanın gözü dünyaya kinle değil, rahmetle bakar. Artık her varlık onda Tanrı’nın izini taşır. Bir çocuğun gülüşü, bir dilencinin duası, bir rüzgârın esişi hep aynı merkeze, aynı kaynağa bağlanır: İlâhî aşk.
Kalp ülkesinin anayasası, kâinata yazılmıştır: “Sev, bağışla, sabret.” Bu üç emir, bu ülkenin ruhunu ayakta tutar. Sevgi olmadan adalet kuruyup taşlaşır; bağışlama olmadan özgürlük zehire döner; sabır olmadan iman, fırtınada savrulur. Kalp ülkesinin vatandaşı, bu üç emre uyan insandır. O, yeryüzünde yaşasa da göğün yurttaşıdır.
Topçu’nun “ahlâk devleti” insanı kendi milletinde sorumlu bir fert hâline getirirken, kalp ülkesi onu evrensel bir ruh haline taşır. Orada artık milliyetler, sınırlar, ırklar yoktur; yalnızca Hak’ka yönelen kalpler vardır. Her kalp bir şehirdir, her dua bir camidir, her gözyaşı bir ırmaktır. Bu ülkenin meclisi sessizliktir, yasası aşk, adaleti teslimiyet, başkenti ise secdedir.
İnsan, kalp ülkesine dönebildiği ölçüde özgürleşir. Çünkü kalp ülkesinde efendi olan Tanrı’dır; köle olan nefs. Gerçek hürriyet, nefsin tahtını yıkıp aşkın tahtını kurmaktır. Ve o taht kurulduğunda artık insan, Tanrı’nın arzında değil, Tanrı’nın nazarında yaşar.
Kalp ülkesi, işte o zaman insanın kendi içindeki cennete dönüşür. Bu ülkenin göğü vecddir, toprağı sabır, havası dua, denizi gözyaşıdır. Her rüzgârında bir “ah mine’l-aşk” yankılanır.
Bu ülkeye giren, artık dönmek istemez; çünkü kalp ülkesinde yanmak, yaşamak demektir.
Kalp Ülkesinin Mimarı
Her ülkenin bir kurucusu, her medeniyetin bir mimarı vardır. Taşla yapılan şehirleri insanlar kurar; ama kalple kurulan ülkeyi, yalnız aşk kurar. Kalp ülkesinin mimarı, ne mühendis ne hükümdardır — o, aşkla yoğrulmuş bir bilgedir. Onun malzemesi taş değil, gözyaşıdır; çizimleri mürekkeple değil, vecd ile yapılır. Bu mimarın adı bazen Yunus’tur, bazen Hallâc’tır, bazen Mevlânâ’dır; fakat onların hepsi bir isimde birleşir: İbnü’l-Arabî.
İbnü’l-Arabî, insanın kalbini kâinatın merkezi, Allah’ın arşının yeryüzündeki izdüşümü olarak görür. Ona göre kalp, yalnız hisseden bir organ değildir; o, varlığın en derin hakikatini duyan, bilen ve yansıtan bir aynadır. Bu yüzden onun inşa ettiği kalp ülkesi, ne gökte ne yerdedir — o, insanın içindedir. Orada Tanrı, “Ben gizli bir hazineydim, bilinmeyi istedim” sözündeki hikmeti gerçekleştirir. Her kalp, o hazinenin parlayan bir zerresidir.
Bu ülkenin mimarı kalbi iki temel üzerine kurar:
Birincisi aşk, ikincisi marifettir.
Aşk, kalbi tutuşturan ateştir; marifet, o ateşi anlamlı bir ışığa çeviren bilgidir. Aşksız marifet kuru akıl olur; marifetsiz aşk ise kör bir yanıştır. İbnü’l-Arabî, kalp ülkesini bu iki unsurun dengesiyle ayakta tutar. O der ki: “Aşk, Hak ile kul arasında kurulan en ince köprüdür.” Bu köprüden geçebilen, artık ne yeryüzüne ne gökyüzüne aittir; o, ilâhî yakınlığın vatandaşıdır.
Kalp ülkesinin mimarı, taş yerine semboller kullanır. Onun sütunları dualardır, kemerleri vecd, kubbesi teslimiyet.
Kalp ülkesinin mihrabı “ah”tır — her “ah”, kalpte Tanrı’ya yönelmiş bir secde gibidir.
Minareleri sabırdan yapılmıştır; her sabır, göğe doğru yükselen bir çağrıdır.
Ve bu ülkenin minberinde insanın kendi ruhu durur: o ruh, Hakk’ın adını, kendi varlığının içinde yankılar.
Nurettin Topçu ise, bu büyük kalp mimarisini ahlâkın temelleriyle tamamlar. O, İbnü’l-Arabî’nin manevî ülkesini, Anadolu toprağında ahlâkî bir medeniyet projesine dönüştürür. Topçu’nun kalp ülkesi, insanın içindeki Tanrı sesinin sosyal hayata, çalışmaya, fedakârlığa dönüşmüş hâlidir. O yüzden Topçu, “İsyan Ahlâkı” derken aslında nefsin imparatorluğuna karşı kalp ülkesinin devrimini anlatır.
Topçu’nun mimarisi, İbnü’l-Arabî’nin aşk ülkesine bir ruh düzeni ekler:
• İbnü’l-Arabî, kalpte Tanrı’nın varlığını bulur.
• Topçu, o Tanrı varlığını davranışa, emeğe, millete dönüştürür.
Birinde aşk vardır, diğerinde irade; birinde “ah mine’l-aşk” yankılanır, diğerinde “Allah için çalış!” emri duyulur.
Ama ikisi de aynı kökten doğar: kalp ülkesini yeniden kurma iradesinden.
Kalp ülkesinin mimarı, aşkı bina eden insandır. O, taş yığınlarıyla değil, insan ruhlarıyla şehirler kurar. Onun şehirleri duvarlarla çevrili değildir; orada sınır yerine dua vardır. Bu ülkenin yolları gönüllerden geçer, meydanlarında şükür yankılanır. Her köşesi secdeyle, her penceresi umutla doludur.
Kalp ülkesinin mimarı bilir ki, insanın en yüksek yapısı mabed değil, kalptir; çünkü Tanrı’nın gerçek meskeni oradadır.
O yüzden İbnü’l-Arabî, “Kalp, Rahman’ın arşıdır” der.
Bu söz, bütün kalp ülkesinin anahtarıdır.
Kim bu arşı temiz tutarsa, kim orada Hak’tan başkasını barındırmazsa, o artık kendi içinde bir evren kurmuştur.
Ve o evrenin mimarı, bizzat Tanrı’dır.
Kalp ülkesi, işte bu yüzden ebedîdir. Onu ne savaşlar yıkar, ne zaman eskitir. Çünkü o, insanın özündeki hakikatten inşa edilmiştir. Kalp ülkesinin mimarı aşkı taşlaştıramaz, ama her taşı aşkla yoğurur.
Bu yüzden her gerçek sûfî, aslında bir kalp mimarıdır;
her dua, bir temel taşı;
her gözyaşı, bir harç;
her “ah”, bir kubbe taşıdır.
Ve bu büyük inşa, hiçbir zaman bitmez. Çünkü kalp ülkesi, Tanrı’nın insanla kurduğu sonsuz yapıdır — her nefeste biraz daha yükselir.
Bu yüzden, kalp ülkesinin kapısında şu cümle yazılıdır:
“Gir, ey âşık! Bu ülke yanarak kurulur.”
Kalp Ülkesinin Yıkılışı ve Yeniden Kuruluşu
Bir zamanlar insanın içinde bir ülke vardı — kalp ülkesi. O ülkede insanlar sevgiyle yaşar, her nefeslerini Hak için alır, her bakışlarını rahmetle yöneltirdi. O ülkenin sokaklarından dua sesleri yükselir, gecelerinde vecd, gündüzlerinde huzur vardı. Kalp ülkesi, insanın içindeki Tanrı’ya açılan kapıydı; o kapıdan girenler ne dünyaya esir olurdu ne de benliğe.
Ama bir gün, o ülkenin duvarlarına sessizce benlik tozları kondu. İnsan, kalbinin tahtında oturan Tanrı’yı indirdi; yerine kendi arzusunu oturttu. O günden sonra kalp ülkesi, nefsin işgaline uğradı.
Merhamet yerini hırsa, tevazu yerini kibire, sabır yerini tahammülsüzlüğe bıraktı.
Bir zamanlar “ah mine’l-aşk” diye yankılanan sokaklarda artık “ben” kelimesinin uğultusu duyuluyordu.
İnsan, Tanrı’ya değil, kendine secde eder oldu.
Kalp ülkesi yıkıldığında taş duvarlar yerinde kaldı ama içindeki nur söndü.
İnsanın gözü görür oldu ama gönlü körleşti.
O eski sıcaklık, o ilahî hararet yerini bir donukluğa bıraktı.
İbnü’l-Arabî’nin anlattığı o aşk ateşi, artık yanmaz oldu; kalpler ısınmadı, yalnız akıllar hesap etti.
Yeryüzü doldu ama gökyüzü suskundu.
Topçu’nun dediği gibi, “insan çalıştı, fakat ruhunu kaybetti.”
Yani fabrika yükseldi, cami küçüldü; bilgi çoğaldı, hikmet yok oldu.
İnsan kalbinin ülkesini kaybedince, kendi kendisinin mültecisi oldu.
Kalp ülkesinin yıkılışı, taşların değil, duaların susmasıyla başladı.
Kalpler artık “ah” etmez oldu; çünkü yanmayı unuttular.
Oysa aşk, yanmadan doğmazdı.
Vecd, ateşle başlar, gözyaşıyla biterdi.
Ama modern insan, ateşten korktu; gözyaşını zayıflık saydı.
Kalbini demirden bir zırhla kapladı ve o zırhın içinde boğuldu.
Artık ne yanabiliyor ne de ağlayabiliyordu.
Kendi içinin ülkesine yabancılaşan insan, yeryüzünde dolaşan bir ruhsuz gezgin hâline geldi.
Ama kalp ülkesi ölmedi.
Çünkü o ülkenin mimarı, aşkı ölüme bırakmaz.
Her çağda, her gönülde o ülkenin yeniden kurulması için bir işaret doğar.
Bir Yunus’un şiiri, bir Mevlânâ’nın sesi, bir Topçu’nun ahlâk çağrısı, bir annenin duası, bir çocuğun gülüşü — hepsi kalp ülkesinin harabelerinde yeşeren çiçeklerdir.
O çiçekler bize der ki: “Kalp ülkesine dön. Çünkü orada huzur vardır.”
Kalp ülkesinin yeniden kuruluşu, bir inkılâp değil, bir dönüşle başlar.
Bu dönüş, dışarıya değil, içeriye doğrudur.
Modern insanın kurtuluşu, uzaya gitmekte değil, kalbine inmektedir.
Kalp yeniden ısındığında, insan yeniden dirilir.
Bu ısınma bir vecddir, bir sezgidir, bir sessiz yakarıştır.
İbnü’l-Arabî’nin “kurb serinliği” yeniden iner kalbe;
önce serinlik, sonra hararet, sonra aşk —
ve ardından o kadim feryat yankılanır:
“Ah mine’l-aşk…”
Kalp ülkesinin yeniden inşası, ne toplumsal bir sistem ne de bir ideolojidir.
O, bir ruhun mimarisidir.
Bu mimariyi kuracak olanlar, makam sahipleri değil, kalp sahipleridir.
Onlar yıkılmış bir medeniyetin değil, unutulmuş bir hakikatin ustalarıdır.
Her biri bir tuğla koyar o ülkenin duvarına: bir dua, bir affediş, bir gözyaşı, bir tebessüm…
Ve bir gün o ülke yeniden ayağa kalkar — sessizce, gösterişsizce, kalplerin derinliklerinde.
Kalp ülkesi yeniden kurulduğunda, insan yeniden insan olur.
O zaman yeryüzünde adalet, gökyüzünde rahmet görünür.
Savaşlar dinebilir, çünkü insan artık kendi iç savaşını kazanmıştır.
Tüketim susar, çanlar ve ezanlar aynı sükûnetin yankısı olur.
İnsan yeniden sevgiyi hatırlar; çünkü Tanrı’yı yeniden kalbinde hisseder.
Kalp ülkesinin yeniden doğuşu, her sabahın secdesinde başlar.
Birinin içli bir duasında, bir annenin sabrında, bir öğrencinin gayretinde, bir işçinin alnındaki terde…
O ülke, her dürüst niyetle, her içli “ah”la biraz daha yükselir.
Ve insan nihayet anlar ki:
Dünya, kalp ülkesinin dış kabuğudur.
Asıl yurt, içtedir.
Asıl zafer, benliğe karşıdır.
Asıl hükümdar, aşkın kendisidir.
Kalp ülkesi yıkılabilir, ama aşkın devleti sonsuza kadar sürer.
Çünkü o devlet, taşta değil, insanda kurulur.
Ve o devletin başkentinde hep aynı cümle yankılanır:
“Kalp, Rahman’ın arşıdır — ona sahip çık.”
KALP ÜLKESİ; AHLAK DEVLETİ
Kalp, insanın en derin, en kutsal vatanıdır. Dış dünyada gezip dolaşan, başarıların, yıkılışların, savaşların ve barışların arasında sürüklenen insan, farkında olmadan asıl ülkesinden, yani kalbinden uzak düşmüştür. Oysa bütün gerçek sefer, insanın kalbine doğrudur. Kalp, ne taş ne de et parçasıdır; o, Tanrı’nın insan yüzündeki mukaddes izidir. Her kalp, bir evrenin küçük örneği; her insan, kendi kalbinin hükümdarı ya da sürgünüdür.
Kalp ülkesinde sınır yoktur; burada coğrafya, arzuların ve inançların çizgileriyle belirlenmez. Bu ülkenin ne kuzeyi soğuktur ne güneyi sıcak. Kalpte yalnız iki iklim vardır: yakınlık (kurb) ve uzaklık (bu‘d). Kalp, Allah’a yaklaştıkça serinler, uzaklaştıkça yanar. İbnü’l-Arabî’nin anlattığı gibi, Allah bir kuluna ma‘rifet indirmek isterse önce kalbine bir “yakınlık serinliği” gönderir. O serinlik, hakikatin nefesidir; insanda sükûnun, huzurun ilk habercisidir.
Fakat sonra o serinlikten bir kıvılcım doğar. Kalpteki sıcaklık, bu serinliğe çarpar, sürtünür, alevlenir. Aşkın ateşi budur. Kalp, o ateşi taşıyabilecek bir mekân değildir; çünkü o ateş ilahîdir, sönmez, eksilmez. Kalp bu ateşi hissettiğinde artık iki hâl arasında yaşar: bir yanı yanar, bir yanı serinler. Sûfîler buna “vecd” derler — yanış ile ferahlığın bir aradalığı. Kalp ülkesinde, acı bile bir nurdur; yakıcı olan, aynı zamanda arıtıcıdır.
Bu ülkenin dili “ah”tır. “Ah mine’l-aşk” diyen derviş, yanışını değil, yanışın içinde bulduğu varlığı dile getirir. Onun “ah”ı bir şikâyet değil, bir şahitliktir. Çünkü kalp ülkesinde her yanık nefes, Tanrı’nın varlığının bir yankısıdır. Sûfî, “ah” ederken aslında Allah’ın kendisinde yankılanan sesini duyar. O ses kimi zaman gözyaşına, kimi zaman vecd çığlığına, kimi zaman da sessiz bir sükûta dönüşür.
Kalp ülkesinde her duygu, bir kapıdır. Korku, şükre; özlem, aşka; acı, teslimiyete çıkar. Bu ülkeye girmek için ne bilgi ne zenginlik gerekir; yalnızca samimiyetin anahtarı. Kim o anahtarı taşırsa, kalbin kapısı ona açılır. Ve orada insan, artık bir ben değil, bir biz olur — çünkü kalp ülkesinde her varlık, Tanrı’ya dönen bir nehir gibidir.
Yeryüzünde nice krallıklar kurulmuş, nice imparatorluklar yıkılmıştır; ama kalp ülkesi hep ayakta kalmıştır. Çünkü onun tahtında merhamet, bayrağında aşk, yasasında hakikat yazılıdır. Kalp ülkesinde hükmeden kudret, insanın ruhunu Tanrı’ya yaklaştıran aşktır. Onun askerleri sabırdır, ordusu şükürdür. Burada zulüm yoktur, çünkü kalp ülkesinde yalnızca Hak hüküm sürer.
Her insan bir gün bu ülkenin kapısına varır. Kimi o kapıyı çalmadan geçer, kimi eşiğinde ağlar, kimi de içeri girip orada kendini bulur. İşte o anda anlar ki, bütün dış seferlerin asıl gayesi iç sefer imiş.
Kalbine dönen insan, Tanrı’ya dönmüştür.
Ve işte o zaman, kalp ülkesinde ezelî bir sessizlik başlar — bir yanışın, bir yakarışın, bir huzurun sessizliği. O sessizlikte yalnızca bir söz yankılanır:
“Ah mine’l-aşk.”
Kalp Ülkesi’nin Siyaseti
Kalp ülkesinin kendine mahsus bir siyaseti vardır. Bu siyaset, yeryüzü krallıklarının siyasetinden büsbütün farklıdır. Burada kuvvetin değil, merhametin hâkimiyeti söz konusudur. Kalp ülkesinde taht, kılıçla değil, sevgiyle korunur; hüküm, korkuyla değil, hikmetle verilir. Bu ülkenin en yüksek makamı “benlikten vazgeçiş”, en asil ordusu ise “sabır”dır.
Nurettin Topçu’nun ifadesiyle “ahlâk devleti” nasıl bir milleti iradenin, fedakârlığın ve iman ahlâkının etrafında topluyorsa, kalp ülkesi de ruhun derinliğinde aynı nizamı kurar. Ahlâk devleti milletin kalbinde kurulur; kalp ülkesi ise insanın içinde bir ahlâk milleti oluşturur. Bu milletin tebaası, tutkular değildir; onlar birer asi unsurdur. Gerçek tebaa, iman, sabır, tevazu, merhamet ve aşktır. Her biri bir vilayet gibidir:
• Sabır, bu ülkenin doğusudur; oradan güneş doğar.
• Tevazu, batısıdır; orada gün batarken insan kendi gölgesini görmez.
• Merhamet, kalp ülkesinin ortasındaki kutsal şehirdir; bütün yollar oraya çıkar.
• Aşk ise başkenttir: Orada hüküm süren yalnız Hak’tır.
Kalp ülkesinin siyaseti, iktidarın değil, teslimiyetin siyasetidir. Burada iktidar, benliğe değil, hakikate aittir. Bu nedenle kalp ülkesinde “emir” yalnız Hak’tandır; insan, bu emri kalbin derinliğinde sezdiği an, artık dış dünyanın yasaları onu bağlamaz. O, nefsin isyanından kurtulup ruhun itaatine ermiştir.
Bu ülkenin düşmanları dışarıda değil, içeridedir. Nefis, kibir, tamah ve kin — bunlar kalp ülkesine sızmaya çalışan karanlık ordulardır. Onlara karşı savaş, dış düşmana karşı verilen savaştan daha çetin, daha kanlıdır. Çünkü bu savaşta kan değil, benlik akar.
Sûfîler bu savaşa “cihad-ı ekber” derler — yani en büyük savaş. Bu savaşta galip gelen, ülkesini zulmetten kurtarır; mağlup olan ise kalbini taşlaştırır.
Kalp ülkesinde barış da vardır, ama bu barış, sıradan bir sessizlik değildir. Bu barış, Hakk’ın hükümranlığını kabul etmiş kalbin iç huzurudur. Kalp barış buldu mu, insanın gözü dünyaya kinle değil, rahmetle bakar. Artık her varlık onda Tanrı’nın izini taşır. Bir çocuğun gülüşü, bir dilencinin duası, bir rüzgârın esişi hep aynı merkeze, aynı kaynağa bağlanır: İlâhî aşk.
Kalp ülkesinin anayasası, kâinata yazılmıştır: “Sev, bağışla, sabret.” Bu üç emir, bu ülkenin ruhunu ayakta tutar. Sevgi olmadan adalet kuruyup taşlaşır; bağışlama olmadan özgürlük zehire döner; sabır olmadan iman, fırtınada savrulur. Kalp ülkesinin vatandaşı, bu üç emre uyan insandır. O, yeryüzünde yaşasa da göğün yurttaşıdır.
Topçu’nun “ahlâk devleti” insanı kendi milletinde sorumlu bir fert hâline getirirken, kalp ülkesi onu evrensel bir ruh haline taşır. Orada artık milliyetler, sınırlar, ırklar yoktur; yalnızca Hak’ka yönelen kalpler vardır. Her kalp bir şehirdir, her dua bir camidir, her gözyaşı bir ırmaktır. Bu ülkenin meclisi sessizliktir, yasası aşk, adaleti teslimiyet, başkenti ise secdedir.
İnsan, kalp ülkesine dönebildiği ölçüde özgürleşir. Çünkü kalp ülkesinde efendi olan Tanrı’dır; köle olan nefs. Gerçek hürriyet, nefsin tahtını yıkıp aşkın tahtını kurmaktır. Ve o taht kurulduğunda artık insan, Tanrı’nın arzında değil, Tanrı’nın nazarında yaşar.
Kalp ülkesi, işte o zaman insanın kendi içindeki cennete dönüşür. Bu ülkenin göğü vecddir, toprağı sabır, havası dua, denizi gözyaşıdır. Her rüzgârında bir “ah mine’l-aşk” yankılanır.
Bu ülkeye giren, artık dönmek istemez; çünkü kalp ülkesinde yanmak, yaşamak demektir.
Kalp Ülkesinin Mimarı
Her ülkenin bir kurucusu, her medeniyetin bir mimarı vardır. Taşla yapılan şehirleri insanlar kurar; ama kalple kurulan ülkeyi, yalnız aşk kurar. Kalp ülkesinin mimarı, ne mühendis ne hükümdardır — o, aşkla yoğrulmuş bir bilgedir. Onun malzemesi taş değil, gözyaşıdır; çizimleri mürekkeple değil, vecd ile yapılır. Bu mimarın adı bazen Yunus’tur, bazen Hallâc’tır, bazen Mevlânâ’dır; fakat onların hepsi bir isimde birleşir: İbnü’l-Arabî.
İbnü’l-Arabî, insanın kalbini kâinatın merkezi, Allah’ın arşının yeryüzündeki izdüşümü olarak görür. Ona göre kalp, yalnız hisseden bir organ değildir; o, varlığın en derin hakikatini duyan, bilen ve yansıtan bir aynadır. Bu yüzden onun inşa ettiği kalp ülkesi, ne gökte ne yerdedir — o, insanın içindedir. Orada Tanrı, “Ben gizli bir hazineydim, bilinmeyi istedim” sözündeki hikmeti gerçekleştirir. Her kalp, o hazinenin parlayan bir zerresidir.
Bu ülkenin mimarı kalbi iki temel üzerine kurar:
Birincisi aşk, ikincisi marifettir.
Aşk, kalbi tutuşturan ateştir; marifet, o ateşi anlamlı bir ışığa çeviren bilgidir. Aşksız marifet kuru akıl olur; marifetsiz aşk ise kör bir yanıştır. İbnü’l-Arabî, kalp ülkesini bu iki unsurun dengesiyle ayakta tutar. O der ki: “Aşk, Hak ile kul arasında kurulan en ince köprüdür.” Bu köprüden geçebilen, artık ne yeryüzüne ne gökyüzüne aittir; o, ilâhî yakınlığın vatandaşıdır.
Kalp ülkesinin mimarı, taş yerine semboller kullanır. Onun sütunları dualardır, kemerleri vecd, kubbesi teslimiyet.
Kalp ülkesinin mihrabı “ah”tır — her “ah”, kalpte Tanrı’ya yönelmiş bir secde gibidir.
Minareleri sabırdan yapılmıştır; her sabır, göğe doğru yükselen bir çağrıdır.
Ve bu ülkenin minberinde insanın kendi ruhu durur: o ruh, Hakk’ın adını, kendi varlığının içinde yankılar.
Nurettin Topçu ise, bu büyük kalp mimarisini ahlâkın temelleriyle tamamlar. O, İbnü’l-Arabî’nin manevî ülkesini, Anadolu toprağında ahlâkî bir medeniyet projesine dönüştürür. Topçu’nun kalp ülkesi, insanın içindeki Tanrı sesinin sosyal hayata, çalışmaya, fedakârlığa dönüşmüş hâlidir. O yüzden Topçu, “İsyan Ahlâkı” derken aslında nefsin imparatorluğuna karşı kalp ülkesinin devrimini anlatır.
Topçu’nun mimarisi, İbnü’l-Arabî’nin aşk ülkesine bir ruh düzeni ekler:
• İbnü’l-Arabî, kalpte Tanrı’nın varlığını bulur.
• Topçu, o Tanrı varlığını davranışa, emeğe, millete dönüştürür.
Birinde aşk vardır, diğerinde irade; birinde “ah mine’l-aşk” yankılanır, diğerinde “Allah için çalış!” emri duyulur.
Ama ikisi de aynı kökten doğar: kalp ülkesini yeniden kurma iradesinden.
Kalp ülkesinin mimarı, aşkı bina eden insandır. O, taş yığınlarıyla değil, insan ruhlarıyla şehirler kurar. Onun şehirleri duvarlarla çevrili değildir; orada sınır yerine dua vardır. Bu ülkenin yolları gönüllerden geçer, meydanlarında şükür yankılanır. Her köşesi secdeyle, her penceresi umutla doludur.
Kalp ülkesinin mimarı bilir ki, insanın en yüksek yapısı mabed değil, kalptir; çünkü Tanrı’nın gerçek meskeni oradadır.
O yüzden İbnü’l-Arabî, “Kalp, Rahman’ın arşıdır” der.
Bu söz, bütün kalp ülkesinin anahtarıdır.
Kim bu arşı temiz tutarsa, kim orada Hak’tan başkasını barındırmazsa, o artık kendi içinde bir evren kurmuştur.
Ve o evrenin mimarı, bizzat Tanrı’dır.
Kalp ülkesi, işte bu yüzden ebedîdir. Onu ne savaşlar yıkar, ne zaman eskitir. Çünkü o, insanın özündeki hakikatten inşa edilmiştir. Kalp ülkesinin mimarı aşkı taşlaştıramaz, ama her taşı aşkla yoğurur.
Bu yüzden her gerçek sûfî, aslında bir kalp mimarıdır;
her dua, bir temel taşı;
her gözyaşı, bir harç;
her “ah”, bir kubbe taşıdır.
Ve bu büyük inşa, hiçbir zaman bitmez. Çünkü kalp ülkesi, Tanrı’nın insanla kurduğu sonsuz yapıdır — her nefeste biraz daha yükselir.
Bu yüzden, kalp ülkesinin kapısında şu cümle yazılıdır:
“Gir, ey âşık! Bu ülke yanarak kurulur.”
Kalp Ülkesinin Yıkılışı ve Yeniden Kuruluşu
Bir zamanlar insanın içinde bir ülke vardı — kalp ülkesi. O ülkede insanlar sevgiyle yaşar, her nefeslerini Hak için alır, her bakışlarını rahmetle yöneltirdi. O ülkenin sokaklarından dua sesleri yükselir, gecelerinde vecd, gündüzlerinde huzur vardı. Kalp ülkesi, insanın içindeki Tanrı’ya açılan kapıydı; o kapıdan girenler ne dünyaya esir olurdu ne de benliğe.
Ama bir gün, o ülkenin duvarlarına sessizce benlik tozları kondu. İnsan, kalbinin tahtında oturan Tanrı’yı indirdi; yerine kendi arzusunu oturttu. O günden sonra kalp ülkesi, nefsin işgaline uğradı.
Merhamet yerini hırsa, tevazu yerini kibire, sabır yerini tahammülsüzlüğe bıraktı.
Bir zamanlar “ah mine’l-aşk” diye yankılanan sokaklarda artık “ben” kelimesinin uğultusu duyuluyordu.
İnsan, Tanrı’ya değil, kendine secde eder oldu.
Kalp ülkesi yıkıldığında taş duvarlar yerinde kaldı ama içindeki nur söndü.
İnsanın gözü görür oldu ama gönlü körleşti.
O eski sıcaklık, o ilahî hararet yerini bir donukluğa bıraktı.
İbnü’l-Arabî’nin anlattığı o aşk ateşi, artık yanmaz oldu; kalpler ısınmadı, yalnız akıllar hesap etti.
Yeryüzü doldu ama gökyüzü suskundu.
Topçu’nun dediği gibi, “insan çalıştı, fakat ruhunu kaybetti.”
Yani fabrika yükseldi, cami küçüldü; bilgi çoğaldı, hikmet yok oldu.
İnsan kalbinin ülkesini kaybedince, kendi kendisinin mültecisi oldu.
Kalp ülkesinin yıkılışı, taşların değil, duaların susmasıyla başladı.
Kalpler artık “ah” etmez oldu; çünkü yanmayı unuttular.
Oysa aşk, yanmadan doğmazdı.
Vecd, ateşle başlar, gözyaşıyla biterdi.
Ama modern insan, ateşten korktu; gözyaşını zayıflık saydı.
Kalbini demirden bir zırhla kapladı ve o zırhın içinde boğuldu.
Artık ne yanabiliyor ne de ağlayabiliyordu.
Kendi içinin ülkesine yabancılaşan insan, yeryüzünde dolaşan bir ruhsuz gezgin hâline geldi.
Ama kalp ülkesi ölmedi.
Çünkü o ülkenin mimarı, aşkı ölüme bırakmaz.
Her çağda, her gönülde o ülkenin yeniden kurulması için bir işaret doğar.
Bir Yunus’un şiiri, bir Mevlânâ’nın sesi, bir Topçu’nun ahlâk çağrısı, bir annenin duası, bir çocuğun gülüşü — hepsi kalp ülkesinin harabelerinde yeşeren çiçeklerdir.
O çiçekler bize der ki: “Kalp ülkesine dön. Çünkü orada huzur vardır.”
Kalp ülkesinin yeniden kuruluşu, bir inkılâp değil, bir dönüşle başlar.
Bu dönüş, dışarıya değil, içeriye doğrudur.
Modern insanın kurtuluşu, uzaya gitmekte değil, kalbine inmektedir.
Kalp yeniden ısındığında, insan yeniden dirilir.
Bu ısınma bir vecddir, bir sezgidir, bir sessiz yakarıştır.
İbnü’l-Arabî’nin “kurb serinliği” yeniden iner kalbe;
önce serinlik, sonra hararet, sonra aşk —
ve ardından o kadim feryat yankılanır:
“Ah mine’l-aşk…”
Kalp ülkesinin yeniden inşası, ne toplumsal bir sistem ne de bir ideolojidir.
O, bir ruhun mimarisidir.
Bu mimariyi kuracak olanlar, makam sahipleri değil, kalp sahipleridir.
Onlar yıkılmış bir medeniyetin değil, unutulmuş bir hakikatin ustalarıdır.
Her biri bir tuğla koyar o ülkenin duvarına: bir dua, bir affediş, bir gözyaşı, bir tebessüm…
Ve bir gün o ülke yeniden ayağa kalkar — sessizce, gösterişsizce, kalplerin derinliklerinde.
Kalp ülkesi yeniden kurulduğunda, insan yeniden insan olur.
O zaman yeryüzünde adalet, gökyüzünde rahmet görünür.
Savaşlar dinebilir, çünkü insan artık kendi iç savaşını kazanmıştır.
Tüketim susar, çanlar ve ezanlar aynı sükûnetin yankısı olur.
İnsan yeniden sevgiyi hatırlar; çünkü Tanrı’yı yeniden kalbinde hisseder.
Kalp ülkesinin yeniden doğuşu, her sabahın secdesinde başlar.
Birinin içli bir duasında, bir annenin sabrında, bir öğrencinin gayretinde, bir işçinin alnındaki terde…
O ülke, her dürüst niyetle, her içli “ah”la biraz daha yükselir.
Ve insan nihayet anlar ki:
Dünya, kalp ülkesinin dış kabuğudur.
Asıl yurt, içtedir.
Asıl zafer, benliğe karşıdır.
Asıl hükümdar, aşkın kendisidir.
Kalp ülkesi yıkılabilir, ama aşkın devleti sonsuza kadar sürer.
Çünkü o devlet, taşta değil, insanda kurulur.
Ve o devletin başkentinde hep aynı cümle yankılanır:
“Kalp, Rahman’ın arşıdır — ona sahip çık.”