İsrail’e karşı Küresel İzolasyon mu?

By Merve Suna

İsrail’e karşı Küresel İzolasyon mu?

By: Merve Suna

7 Ekim 2023’ten bu yana Gazze Şeridi’nde yaşananlar, insanlık tarihinin en karanlık sayfalarından biri olarak karşımıza çıkmaktadır. İsrail’in “vaad edilmiş topraklar” teolojisine dayalı yaklaşımı, bölgedeki yayılmacı politikalarının nihai durağı olarak Gazze’yi öne çıkarmaktadır.

Bu durum, yalnızca Gazze ile sınırlı kalmamış, aynı zamanda İsrail’in son iki yılda bölgesel düzeyde çok boyutlu çatışma ve gerilim süreçlerine sürüklendiğini de göstermiştir. Nitekim İsrail, Gazze’nin yanı sıra Yemen, Suriye, Katar, Lübnan, Filistin ve İran gibi altı farklı aktör ya da sahayla doğrudan veya dolaylı şekilde karşı karşıya gelmiş; askeri operasyonlar, vekâlet savaşları, diplomatik krizler ve ekonomik baskı mekanizmaları aracılığıyla bölge genelinde çok katmanlı bir gerilim sarmalı oluşturmuştur.

Bu tablo bize, aslında 1916 Sykes-Picot Anlaşması ile 1917 Balfour Deklarasyonu’nun bir mirası olarak mı kalmıştır sorusunu düşündürmektedir. Ancak asıl kırılma noktası, şüphesiz 1948 yılında İsrail’in devlet olarak ilanı ve sonrasında ortaya çıkan gelişmeler olmuştur. Bu ilan, yalnızca bölgesel dengeleri altüst etmekle kalmamış, aynı zamanda uluslararası aktörlerin tutumlarını ve uluslararası hukukun meşruiyetini sorgulatan bir sürecin de başlangıcını teşkil etmiştir.

1948’den bu yana geçen süreç, bir yandan “büyük güçlerin” çıkarları doğrultusunda şekillenen siyasal düzenin kırılganlığını ortaya koyarken, diğer yandan Filistin meselesini çözülmemiş bir kriz olarak uluslararası sistemin merkezine taşımıştır. BM’nin 80. Genel Kurul Zirvesi, bu anlamda önemli bir eşik olarak değerlendirilebilir; zira burada sergilenen söylemler, mevcut düzenin yeniden sorgulanmaya başladığının ve uluslararası ilişkilerde bir paradigma değişiminin işaretlerini vermektedir.

Özellikle Gazze’de 66 binden fazla sivilin hayatını kaybetmesi, Batı dünyasının sınırlı ve koşullu yaklaşımını küresel vicdan baskısı altında dönüştürmeye başlamıştır. Artık yalnızca insani dramın boyutları değil, aynı zamanda bu dram karşısında uluslararası hukukun işlevsizliği ve büyük güçlerin çifte standartları da tartışma konusu haline gelmektedir. Bu bağlamda Gazze, hem tarihsel mirasın bir yansıması hem de günümüz küresel düzeninin kırılganlığını açığa çıkaran sembolik bir merkez olarak karşımıza çıkmaktadır.

BM Genel Kurulu’nda Filistin’i tanıyan devletlerin sayısı 157’ye yükselmiştir. Bu tanımaların en dikkat çekici olanları ise şüphesiz İngiltere, Kanada ve Fransa gibi Batı’nın önde gelen aktörlerinden gelmiştir. Ancak bu gelişme, Filistin açısından gecikmiş bir tanıma, Gazze açısından ise çok geç kalınmış bir önlem olarak karşımıza çıkmaktadır. Bu noktada yanıtlanması gereken temel soru şudur: Bu tanımaların uluslararası hukuk açısından bağlayıcı bir boyutu var mıdır, yoksa sembolik bir adım olarak mı kalacaktır? Zira Batılı aktörlerin çoğu, bu tür tanımaları çoğu zaman kendi iç politik çıkarlarına hizmet eden araçsal yaklaşımlarla gündeme getirmektedir.

Bu durum, mevcut süreci kalıcı bir çözüm yoluna sokmak yerine, çoğu zaman kısır bir döngüye mahkûm etmekte; hatta Gazze’deki insani krizi daha da derinleştirme riski taşımaktadır. Dolayısıyla Filistin’in devlet olarak tanınması önemli bir diplomatik kazanım gibi görünse de, bu sürecin gerçekçi, hukuki ve sahada uygulanabilir bir çerçeveye oturtulmadığı sürece, hem Filistin halkı için somut sonuçlar üretmesi zor olacaktır hem de uluslararası sistemin meşruiyetine dair yeni tartışmalar doğuracaktır.

Son gelişmeler ekseninde iki başlığa özellikle odaklanmak elzemdir. Bunlardan ilki, Netanyahu’nun BM Genel Kurulu’ndaki konuşması esnasında salonun büyük ölçüde boşaltılmasıdır. Bu durum, küresel sistemde Netanyahu ve savaş kabinesine karşı verilen en önemli tepkilerden biri olarak nitelendirilebilir. Zira bu tavır, sadece diplomatik bir protesto değil, aynı zamanda İsrail’in politikalarının uluslararası meşruiyetini sorgulayan güçlü bir sembolik yanıt olmuştur.

İkinci husus ise, Netanyahu’nun bu durumu kendi psikolojik savaş stratejisinde araçsallaştırmasıdır. Konuşmasını Gazze’de hoparlörler aracılığıyla dinletmesi, adeta İkinci Dünya Savaşı dönemindeki propaganda yöntemlerini andıran bir uygulama olarak karşımıza çıkmaktadır. Bu, hem Filistinlilerin direncini kırmaya yönelik bir psikolojik baskı unsuru yaratma çabasıdır. Netanyahu’nun BM’deki konuşması, hem uluslararası düzeyde diplomatik yalnızlaşmanın göstergesi, hem de psikolojik harp yöntemleriyle bu yalnızlığı avantaja çevirme girişimi olarak okunmalıdır.

Son olarak üzerinde durulması gereken en dikkat çekici husus, Netanyahu ve Savunma Bakanı Yoav Gallant hakkında Uluslararası Ceza Mahkemesi (UCM) nezdinde alınan tutuklama kararlarının Avrupa devletlerince uygulanabilir hale gelmesidir. Bilindiği üzere, Roma Statüsü’ne taraf olan devletler UCM kararlarını yerine getirmekle yükümlüdür.

Bu bağlamda, söz konusu tutuklama kararları Netanyahu’nun Avrupa ülkelerinin hava sahasını ve topraklarını istediği gibi kullanmasını zorlaştırmaktadır. Zira Roma Statüsü uyarınca taraf devletlerin, UCM’nin talebi üzerine ilgili şahısları yakalama ve teslim etme yükümlülüğü bulunmaktadır. Dolayısıyla Netanyahu artık herhangi bir Avrupa ülkesine gittiğinde —veya bu ülkelerin hava sahasından geçtiğinde— hukuken tutuklama riskiyle karşı karşıyadır.

Yorum yapın