By Gök Börü

By: Gök Börü

Bir Kuru Surete Dönüşen İnsan: Osmanlı’nın Çöküşü, İnsanlığın Terk Edilişidir

“Şu sessiz kubbenin altında insandan eser yokmuş…”

— Mehmet Akif

“Bir kuru sûret oldu ekser nâz…”

— Sabri Ülgener

Osmanlı’nın çöküşünü yalnız siyasi, iktisadi veya askerî nedenlerle açıklamak, bir medeniyetin iç dinamiklerine karşı yapılabilecek en büyük haksızlıklardan biridir. Gerçekte çöküş, bir idarenin değil, bir ruhun, bir gönlün, bir şuurun sahneden çekilişidir. Bu büyük sessizliği Mehmet Akif, “sessiz kubbenin altında insandan eser yokmuş” diyerek dile getirirken; Sabri Ülgener, “bir kuru sûret oldu ekser nâz” diyerek insanın içinden çıkıp yalnız surette kalışını işaret eder. İkisi de aynı hakikati farklı kelimelerle fısıldar: İnsan kayboldu.

Medeniyetin metafizik çöküşünü anlamak için kavramsal çözümlemelerin ötesine geçip, onu taşıyan insan tipolojisindeki değişime bakmak gerekir. Osmanlı medeniyetini ayakta tutan akl-ı selim, kalb-i selim ve zevk-i selim gibi nitelikler, yalnız soyut kavramlar değil, bu nitelikleri taşıyan şahsiyetlerin şahsında tecessüm etmiş hakikatlerdi. Ne zaman ki bu şahsiyet tipi sahneden çekildi, işte o zaman çöküş başlamış oldu. Çöküş, idari zaaflardan ya da askeri mağlubiyetlerden önce, insanlığın yitimi olarak tezahür etti.

Bu hakikati Mehmet Akif, bir tek mısrada bütün çıplaklığıyla şöyle dile getirir:

“Şu sessiz kubbenin altında insandan eser yokmuş.”

Bu mısrada sadece caminin değil, toplumun, medeniyetin, kalbin ve vicdanın boşalması anlatılır. Sessizlik burada fiziki bir sessizlik değil, ruhun ve tefekkürün suskunluğudur.

Sabri Ülgener ise aynı hakikati sosyolojik bir vecizeyle aktarır:

“Bir kuru sûret oldu ekser nâz.”

İnsan artık manaya taşıyıcı değil; şekle, role, gösteriye sıkışmıştır. Suret, hakikatin kabuğu iken, artık özün yerine geçmiş, kalıplaşmış bir boşluk halini almıştır.

Osmanlı’nın çöküşü, işte bu insanlık kaybının bir sonucudur. Kalb-i selim, toplumun merkezinden çekildikçe adalet hissi, merhamet, vakar gibi ahlakî değerler de silinmeye başlamıştır. Akl-ı selim, hikmetle olan bağını yitirmiş; ilim, ruhsuz bir teknikliğe, bir hesapçılığa indirgenmiştir. Zevk-i selim ise artık anlam değil, biçim üretmiş; mimari, musiki, yazı ve sanat bir Allah arayışı değil, bir gösteri alanı halini almıştır.

Bu üç nitelik insanın özünde birleşmediğinde, insan yalnızca görünürde insan kalan, içten boşalmış bir gövdeye dönüşür. Camiler yapılır, minareler yükselir; ama içinde ruh olmayan bir toplum yalnızca “sessiz kubbeler”le örülmüş bir mezarlık” olur.

Medeniyetin metafizik yapısının çöküşünü yalnız kavramlar ve sistemler üzerinden değil, insanın kaybı üzerinden de okumak gerekir. Kalb-i selim, akl-ı selim ve zevk-i selim gibi kavramlar ancak bu üç niteliği taşıyan şahsiyetler tarafından yaşanır, taşınır, kuşaktan kuşağa aktarılır. Osmanlı’nın çöküşü, bu insan tipinin – bu “kutsal gönüllü insanın” – sahneyi terk edişidir.

Mehmet Akif’in mısrasında geçen “sessiz kubbe”, hem mimarideki metafizik boşluğu hem de toplumda yankısını yitirmiş olan vicdanî sesin yokluğunu anlatır. Artık camiler sessizdir, çünkü içlerinde vecd yoktur, huşu yoktur, yakarış yoktur. Sabri Ülgener’in “kuru sûret” vurgusu da, manasız suretçiliğin, şekilcilik ve ruhsuzluğun yaygınlaştığını gösterir.

Bu iki büyük münevverin ifadeleriyle şunu söyleyebiliriz: insan sadece yok olmamış, surete dönüşmüştür. Oysa insan, İslam medeniyetinde sadece düşünen değil, hisseden, gören, inkârcı olamayacak kadar hakikate açık bir varlık idi.

Bu noktada Akif ve Ülgener’in şahitliği bir araya gelir: İnsan, hakikatle bağını kaybetmişse, hiçbir medeniyetin devamı mümkün değildir.

Kalb-i Selim’den Kopuş: Ruhun Çekilişi

Osmanlı, metafizik derinliği olan bir toplumdu. Bir yandan askeri başarılar, siyasi ihtişam; diğer yanda tekkelerde direnen aşk, medreselerde işlenen hikmet, çarşılarda yaşanan adalet vardı. Bu hayat biçiminin ruhu kalb-i selim idi. Temiz bir gönül, saf bir niyet, derin bir tevazu. İnsan, sadece yaşayan bir varlık değil, Allah’a muhatap olabilecek bir cevherdi.

Ne zaman ki kalb-i selim toplumdan çekildi, vicdan yerini menfaate, merhamet yerini hileye, teslimiyet yerini kibire bıraktı. Kalbî olan, sadece bireysel bir arınma alanına çekildi, cemiyeti terk etti. Osmanlı, kalbin yokluğunda, bedenine ruh veremez hâle geldi.

Kalb-i Selim: Rahmet ve Vecd’in Çekilişi

Osmanlı’nın ilk asırlarında toplumun merkezinde bulunan insan tipi, kalb-i selim sahibiydi. O, sadece kendine değil, cemiyete, mahlûkata ve hatta zamanın ruhuna karşı da mesuliyet taşıyan bir gönül adamıydı.

Ne zaman ki bu kalp kişisel çıkar, menfaat, makam hırsıyla karardı, işte o zaman medeniyetin vicdanı sustu. Kalbî olanın yokluğu, adaletin ve şefkatin de yokluğu anlamına geliyordu.

Akl-ı Selim’den Sapma: Hikmetten Hesaba

Osmanlı’nın çöküş döneminde akıl, hikmetten uzaklaştı. Artık meseleleri Allah’a doğru götüren bir bilinç değil, sadece teknik işleyişi sağlayan bir vasıta oldu. “Akl-ı selim”, yerini “hesapçı akla” bıraktı. Varlık, anlam değil; işlev oldu. İnsanın düşüncesi, irfan değil; strateji oldu.

Bu süreçte, ilmiye sınıfı yozlaştı; ulema sınıfı çıkar hesaplarına boğuldu. Medrese bilgisi, hikmeti değil, ezberi çoğalttı. Aklın kalpten kopması, hem tasavvufu hem ilmi çoraklaştırdı. Böylece hikmet öksüz kaldı.

Akl-ı Selim: Hikmetten Hesaba, Anlamdan Araca

Sabri Ülgener’in tespit ettiği gibi, Cumhuriyet’le birlikte iktisadî zihniyet değişmiş, hikmet yerini hesaplara bırakmıştır. Bu sadece ekonomiyle sınırlı değildir; eğitimde, siyasette, düşüncede de aynı sapma vardır.

Akl-ı selim, artık Allah’a çıkan yolları arayan değil, çıkar yolları kuran bir mantık hâline gelmiştir. Toplumda “fikir adamı” değil, “uzman” öne çıkmıştır. Aklın hikmetten kopuşu, insanı bilgiyle değil, araçsallıkla kuşatan bir zihniyet doğurmuştur.

Zevk-i Selim’in Terk Edilişi: Ruhsuz Estetik

Osmanlı’nın mimarisi, musikisi, yazısı ve hatta gündelik dili bile bir zamanlar zevk-i selim’in ete kemiğe bürünmüş haliydi. Güzellik, sadece biçim değil; ahlakın, tefekkürün ve Allah’a yakınlığın bir remziydi.

Lakin zamanla, bu estetik duyarlılık içerikten koptu. Sanat, ruhtan uzak bir süs hâline geldi. Camilerde derinlik değil gösteriş, musikide vecd değil eğlence, mimaride anlam değil hacim hâkim oldu. Güzellikten haz alma değil, gösterme arzusu öne geçti.

Zevk-i selim’in kaybı, bir toplumun Allah’a yönelmiş gözünü, kulağını ve dilini kaybetmesi demektir. Artık estetik bir hakikatin yankısı değil, nefsin vitrini oldu.

Zevk-i Selim: Güzelliğin Ticarileşmesi

Sanatta, mimaride ve musikide zevk-i selim bir zamanlar Allah’a dair sezginin diliydi. Camilerin içindeki hat yazıları, bir musiki gibi insanı secdeye çağırır; musiki ise kulağa gelen bir tefekkür olurdu.

Ama bugün güzellik sadece şekille, parlaklıkla, modayla tanımlanır oldu. Bu da insanın ruhunu değil, nefsini okşar hâle geldi. Zevk, hakikatin habercisi değil; arzunun hizmetkârı oldu.

İnsan’ın Terk Edilişi: Medeniyetin Asıl Çöküşü

İşte Mehmet Akif’in “sessiz kubbe”de “insan” görememesi, bu ontolojik boşluğu işaret eder. Sabri Ülgener’in “kuru sûret” vurgusu, şekil ile mana arasındaki uçurumu işaret eder. İnsan artık Allah’a yönelen bir ruh değil, bedenini taşıyan bir gölgedir.

Mesele caminin büyüklüğü değil, içindekinin küçüklüğüdür. Mesele kitap sayısı değil, kalpteki hikmettir. Mesele mimari değil, mimarın neye secde ettiğidir.

İnsan yoksa; ne adalet, ne marifet, ne sanat kalır. Ve işte Osmanlı’nın çöküşü bu yoklukla başlamıştır. Yani, insanın kendini terk edişiyle.

Bir İnsanlık Sessizliği: “İnsandan Eser Yokmuş”

Bu dönüşüm sonunda medeniyet sahnesinde insan yok. Sadece unvanlar, kalıplar, makamlar, kariyerler, görüntüler var. Fakat Akif’in dediği gibi “insandan eser” yok. Sabri Ülgener’in altını çizdiği üzere, artık insan dediğimiz şey bir gölgeye, bir sûrete dönüşmüş.

Kalbiyle sezen, aklıyla hikmeti arayan ve zevkiyle hakikati hisseden insan tipi gittiğinde; ardında sadece sessizlik, yüzeysellik ve boşluk kalır.

İnsan’ın Yeniden Keşfi

Bugün medeniyet inşası için konuşuyorsak, önce şu soruyu sormak gerekir: İnsan nerede?

Kalb-i selimiyle secde eden, akl-ı selimiyle hikmet arayan, zevk-i selimiyle güzelliği hakikatin bir yankısı olarak gören insan…

Bu insan yeniden gelmedikçe, hiçbir kalkınma, hiçbir reform, hiçbir yapı bizi diriltemeyecektir. Çünkü medeniyet, insanda başlar ve insanda biter.

Yeni Bir İnsan Tipine Davet

Osmanlı’nın çöküşü, sadece bir devletin sonu değil; bir insan tasavvurunun sönmesidir. Bu kaybı telafi etmek, yalnız sistem reformuyla değil, insanı yeniden inşa etmekle mümkündür. Kalb-i selimiyle rahmet taşıyan, akl-ı selimiyle hakikate ulaşan, zevk-i selimiyle güzeli hisseden insan tipi… işte medeniyetin asli taşıyıcısı budur.

Yeniden bir diriliş, önce insanın insana dönmesiyle başlayacaktır.

Sonuç: Medeniyetin Dirilişi İçin İnsanın Dirilişi

Bu yazıda ortaya konan analizler göstermektedir ki, Osmanlı’nın yükselişi kalb-i selim, akl-ı selim ve zevk-i selim üçlüsünün metafizik bir birliktelik içinde hayat bulmasıyla mümkün olmuştur. Buna karşılık, çöküş; bu üç unsurun birbirinden ayrılmasıyla, daha doğrusu insanın bu üç temel değeri terk etmesiyle başlamıştır. Cumhuriyet’in ilk döneminde bu kaybı telafi etmek için seküler akıl öncülüğünde bir modernleşme gerçekleştirilmiş, ancak bu süreç kalbi ve zevki dışlayarak, insanı tam anlamıyla yeniden kuramamıştır.

Bugün, medeniyetin yeniden inşası, yalnızca sistemlerin ya da kurumların değil, “insan”ın yeniden kurulmasıyla mümkündür. İnsan, tekrar kalbiyle hisseden, aklıyla düşünen, zevkiyle hakikati estetik düzlemde duyan bir varlık haline gelmeden hiçbir kalkınma veya reform kalıcı bir diriliş getiremeyecektir.

Bu diriliş için ilk adım, şairin “sessiz kubbe”sinde kaybolan sesi, yeniden vicdanlarda duymak; sabriyle, hikmetiyle ve sanatıyla şekillenmiş insanı yeniden topluma taşımaktır.

?

Yorum yapın