5 Ekim Pazar. Saat 21.25. Odamın karanlığında, lambayı bile yakmadan oturuyorum. Duvarların sessizliği kulaklarıma çarpıyor.
Birden, aklımın derinliklerinden bir kuş kanadı sesi yükseliyor.
Uçmak…
Evet, uçmak istiyorum.
Ama bu kaçış değil; yükselmek. Göğe doğru süzülmek.
İstanbul’un üzerinden, semadan bakmak istiyorum. Çünkü yeryüzü artık bana dar geliyor.
Uçabildiğimi hayal ediyorum.
Gökyüzüne doğru, sessizce, kanatsız ama hafiflemiş bir ruh gibi yükseliyorum.
Aşağıda İstanbul var — milyonlarca ışık, milyonlarca yürek.
Her ışık bir ev, her ev bir nefes, her nefes bir hikâye.
Ve ben onların üzerine eğilmiş bir rüya gibiyim.
Her bir semtin ışığı farklı renkte: kimisi sarı bir yorgunluk, kimisi beyaz bir umut, kimisi kırmızı bir öfke, kimisi mavi bir dua gibi yanıyor.
O ışıkların her biri, o semtin ruhunu ifşa ediyor:
Bir yerde kahkahalar yükseliyor, başka bir yerde sessizlikte gizlenmiş bir ağlama sesi.
Bir mahallede zenginliğin parıltısı, diğerinde yokluğun soğuk nefesi.
Ve ben hepsini yukarıdan görüyorum — acıyı, sevinci, ihaneti, vefayı.
Sanki İstanbul, gecenin koynunda koca bir insan bedeni olmuş:
Boğazı, o kutsal boyun; iki yaka, iki damar gibi.
Üzerine dizilmiş köprüler, boynundaki mücevher kolyeler.
Işıklar, birer inci tanesi…
Ve ben, bu inci dizisini temaşa eden bir melek gibi süzülüyorum gökten.
“İstanbul bir mücevherdir,” diyorum kendi kendime, “ama bu mücevher, toprakla göğün arasında sıkışmış bir kalp.”
Sonra soruyorum:
“Peki, bu kalbin küpeleri nerede?”
Bir anda aklıma düşüyor:
Yuşa Tepesi — işte en büyük küpe orası.
Eyüp — Hazreti Eyüp’ün sabrı orada ışıyor.
Aziz Mahmud Hüdayi Hazretleri — bir başka küpe, bir başka parıltı.
Bu şehir mücevherlerle süslenmiş bir insan gibi. Her semt, bir ziynet; her türbe, bir dua taşı.
Derken rüzgâr beni mezarlıklara doğru sürüklüyor.
Sessizliğin en yüce hâline…
Bir bir geçiyorum başuçlarından:
Babanzade Ahmed Naim — sanki kelimelerinin ruhu hâlâ taşına sinmiş.
Abdülaziz Mecdi Tolun — ilmin vakarıyla uyuyor.
Mehmet Âkif — hâlâ susmayan bir vicdan gibi.
Nurettin Topçu — hâlâ Anadolu’nun kalbinde yanmakta olan iradenin sesi.
Abdülhamid — yalnızlığın ve sabrın sultanı.
Ziya Gökalp — fikirle vatan kuran bir zihin.
Sezai Karakoç — dirilişin şairi, rüya ile hakikatin arasında bir köprü.
Amiş Efendi, Abdülaziz Bekine Hazretleri…
Onların kabirlerine uğradıkça, birer kandil gibi içim yanıyor.
Toprağın altı bile nurla dolu.
Sonra birden içimden bir ses yükseliyor:
“İstanbul aslında Anadolu’nun iki yakasıdır.”
Evet…
İstanbul, Anadolu’nun boğazında toplanmış hâli.
Anadolu, İstanbul’un içe dağılmış ruhu.
Hangisi büyük, hangisi asıl?
Bunu anlamak için daha yükseğe, daha yukarıya çıkmak istiyorum.
Bir güvercin gibi değil; bir kumru gibi değil;
bir Zümrüd-ü Anka gibi, yanarak yeniden doğan bir kuş gibi…
Belki de bir kuğu gibi — son şarkısını söylerken bile zarif kalan bir kuğu gibi.
Uçuyorum Anadolu’nun üzerine:
Erzurum’un soğuğu, Konya’nın sükûtu, Bursa’nın yeşili, Sivas’ın vakarı, Trabzon’un hırçınlığı, Aydın’ın sıcaklığı, Mersin’in nemli soluğu, Kastamonu’nun derin vakarını hissediyorum.
Her biri İstanbul’un kalbine bağlanıyor.
Sanki Anadolu, İstanbul’un içinden filizlenmiş yüzlerce İstanbul.
Ve ben, gecenin tam ortasında, odamın sessizliğinde otururken, artık biliyorum:
Gündüz, sırlarını saklıyor.
Gece ise onları fısıldıyor.
Çünkü gecenin karanlığında sadece gündüzün değil, gecenin de kendi sırrı var.
Ben bu sırrın içinde, bir ışığın içinde eriyorum.
İstanbul’un mücevher gibi parlayan gövdesi, bir anda ilâhî bir simaya dönüşüyor.
O anda anlıyorum:
Aslında uçmak, göğe çıkmak değilmiş — kendi içine inmeye cesaret etmekmiş.
Ben bu gece, kendi içimin gökyüzünde uçtum.